Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Annesi: Hz. Âmine
Hz. Âmine, aynı eşi ve Peygamberimizin babası Abdullah gibi mübarek bir soydan gelmektedir. Babası Vehb b. Abdümenâf, Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna, annesi Berre bint Abdüluzzâ ise aynı kabilenin Benî Abdüddâr koluna mensuptur.
Vehb b. Abdümenaf, Benî Zühre'nin hatırı sayılır bir şahsiyeti, kızı Hz. Amine de bu kabile içerisinde ahlak ve soyluluğu ile göz dolduran yüksek bir mevkiye sahiptir.
Hz. Âmine’nin doğum tarihi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Ancak onun genç yaşta evlendiği bilinmektedir.
Evlenmesi, Abdülmuttalib’in, oğlunu da yanına alarak Âmine’yi babası Vehb’den (veya vesayeti altında bulunduğu amcası Vüheyb’den) istemesiyle gerçekleşmiştir. O zamanki Arap töresine göre eşler evliliğin ilk üç gününde Âmine’nin evinde kalmışlardır. Ancak Abdullah evlilikten birkaç ay sonra vefat etmiştir.
Peygamberimizin babası Abdullah'ın alnında başkalarında bulunmayan bir parlaklık vardı ve yakışıklı bir gençti. Asaleti, yakışıklılığı ve alnındaki bu parlaklık vesilesiyle bir çok genç kızdan evlilik teklifi almış ancak o kabul etmemişti. Babası Abdülmuttalib'in Hz. Amine'yi onun için istemesi ve Hz. Amine'nin de soy, ahlak ve güzelliği ile kendisine denk bir kız olması sebebiyle evlenmişlerdir.
Bu evlilikle birlikte Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah'ın muradıyla ana rahmine düşer. Hz. Amine'nin hamile kalması ile birlikte Hz. Abdullah'ın alnındaki bu parlaklık da kaybolur daha doğrusu Hz. Amine'ye geçmiştir.
Hz. Âmine, kocası vefat ettiği için hamilelik sürecini kendisi göğüslemek zorunda kalmış ancak bu süre zarfında hiç zorluk yaşamamıştır. Normal hamilelik süreçlerine kıyasla çok kolay bir hamilelik geçirmiştir. Ayrıca bu dönemde bir çok olağanüstü olaylara şahit olmuştur. Özellikle de rüyalarında Peygamberimiz ile ilgili rüyalar görmektedir. Bu rüyalardan bir tanesinde kendisine, doğacak çocuğuna "Muhammed" adını vermesi de söylenmiştir.
Peygamber Efendimiz de daha sonradan kendisinin son peygamber olduğunu belirttiği bir hadislerinde, bütün peygamberlerin annelerinin çocukları ile ilgili bir rüya gördüklerini ve kendi annesi Âmine'nin de kendisi ile ilgili rüya gördüğünü belirtmiştir. Bu rüyada Hz. Âmine, karnından çıkan bir nurun tüm Şam -bu günkü Suriye- beldelerini aydınlattığını görmüştür.
Günü gelmiş Hz. Amine, tüm zamanların Sultanını, Alemlerin Efendisi'ni dünyaya getirmiştir. (Peygamberimizin doğumu ile ilgil ayrıntılı bilgi için tıklayınız.) Peygamberimizi ilk olarak öz annesi Âmine ve Ebu Süfyanın Cariyesi emzirmiştir. Bir süre annesinin yanında kalan Peygamber Efendimiz, sonra süt anne Halime'ye verilmiş ve uzun bir süre Benî Saad Yurdunda süt anne yanında kalmıştır. Yaklaşık dört yaşındayken Peygamberimiz tekrar öz annesi Âmine'nin yanına dönmüştür. İki yıl kadar annesinin yanında kalmıştır. (Peygamberimizin süt anneye gidişi ile ilgili ayrıntılı bilgi için tıklayınız.)
Hz. Âmine, bir ara Medine'ye gitmeyi arzular. Çünkü Medine'de Peygamber Efendimizin dayıları bulunmaktadır. Aslında burası hem küçüklüğünde, hem de ileride Peygamber Efendimizi yakından ilgilendiren bir yerdir. Çünkü Medine'de akrabaları vardır ve babası Abdullah da Medine'de doğmuş büyümüş ve yine orada vefat etmiştir. Hz. Abdullah'ın kabri de zaten Medinede'dir. Peygamber olduktan sonra da Medine'ye hicret edecek ve orada yaşayacak, İslam Devleti'nin temelleri burada atılacaktır.
Hz. Amine de yakından bağları bulunan Medine'ye gitmek ve orayı ziyeret etmek ister. Hem akrabalarını, hem de kocası Abdullah'ın kabrini ziyaret etmek istemektedir. Hz. Âmine, yanına Peygamberimizi ve cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak yola çıkar.
Medine’ye kadar gelirler. Bir taraftan sevinirler ama diğer taraftan hüzünden boğazları düğümlenmektedir. Peygamberimiz ilk defa hiç göremediği babasının kabrini görüyor ve başında dua ediyordu. Belki de ilk defa yetim olduğunu hissediyordu. Bu durumdan Hz. Amine de çok etkilenir.
Aradan biraz zaman geçer ve Hz. Âmine de kocası Abdullah gibi Medine'de hastalanır. Gün geçtikçe de hastalığı artmaktadır. Adeta kocasının yanında kalmak ister gibi bir anda hastalanmıştır. Medine'ye geleli bir ay olmuştur ve ilk fırsatta Mekk'ye dönmeleri gerekmektedir. İçinde bulundukları duruma rağmen yola koyulurlar.
Ebvâ denilen köyün yakınlarına kadar geldiklerinde, Hz. Âmine’nin hastalığı dayanılmaz boyutlara ulaşır. Dizlerinde derman kalmaz ve Hz. Âmine artık adım atacak takat bulamaz. Çaresiz, bir ağacın altında mola verirler.
Hz. Âmine, küçük oğluna, peygamberimize bakar. Bir taraftan ağlarken, bir taraftan da zaten yetim olan oğlunun bu ıssız çölün ortasında bir de öksüz kalacaağı düşüncesiyle hüzün yudumlamaktadır. Onun bu halini gören Ümmü Eymen ve peygamberimiz de ağlamaya başlar. Ebva, adeta bir hüzün yumağına dönüşmüştür. Bir ara peygamberimizin minik ellerini avcuna alan Hz. Âmine uzun uzun baktıktan sonra şunları söyler:
– Allah seni mübarek kılsın. Sen ki, Melik-i Mennân olan Allah’ın yardımıyla dehşetli ölüm okunun isabet etmesinden yüz deve karşılığında kurtulan babanın oğlusun! Şayet benim uykuda gördüklerim doğru ise Sen, Celâl ve Kerem sahibi Zât tarafından bütün varlığa gönderilecek, beklenen Nebi olacaksın. Onlara helal ve haramı bildirecek, atan olan iyilik abidesi İbrahim’in getirdiklerini teslim edip tamamlayacak ve Allah’ın inayetiyle Sen, öteden beri insanların alışkanlık peydâ etmiş oldukları putlardan da uzak kalacaksın.
Bunları söylerken kendinden çok emin bir duruşu vardı. Sözlerini, biricik ve kimsesiz yavrusunu, her şeyin sahibine emanet ettiğinin bilinciyle söyler gibiydi. Arkasından da şunları ilave etti:
– Canlı olan her şey, her an ölümle burun buruna, her yeni eskimeye mahkûm ve her büyük de fena bulmaya müheyyâdır. İşte ben, bugün ölüyorum. Ancak, ismim bâki kalacaktır. Çünkü ben, tertemiz bir çocuk dünyaya getirdim ve bugün, en hayırlı olanı arkamda bırakıp gidiyorum.
Bunları söyledikten sonra da, bir daha açmamak üzere gözlerini kapar ve son nefesini verir.
Peygamberimizin babası Abdullah, daha o doğmadan Medine'de vefat ederek adeta onun hicret edeceği zamana zemin hazırlamak için bekliyordu. Şimdiyse annesi Amine de ona katılarak, Peygamberimiz hicret edeceği zaman yolunu aydınlatacak bir fener gibi Ebva'da yatacaktı.
Allah Teala'nın işlerinde akıl sır ermeyen büyük hikmetler vardır elbette. Belki de bir taraftan Peygamberimizi tüm yakınlarından teker teker soyutlayarak onu kendi himayesi ve eğitimi altına alıyor, her hakiminin, hamisinin ve müdebbirinin kendisi olduğunu bilfiil öğretiyordu. Diğer taraftan bir peygamberin annesi ve babası olmak acaba ne kadar zor olurdu. Bir taraftan her türlü eza ve hakaretlere maruz kalan bir evladınız olacak ve bu acılara onunla birlikte katlanacaksınız, diğer taraftan ise sizin bir parçanız, evladınız, büyütüp yetiştirdiğiniz, peygamber olacak, siz de onun emrinde ümmeti olacaksınız. Evet onun ümmeti olmak çok büyük bir payedir ancak anne-baba için evladının emrinde olmak bir o kadar zor olabilirdi. Rabbimizin hikmetinden sual olunmaz. Kim bilir bu acı ayrılık gibi gözüken ölümlerde nice güzellikler gizlidir.
Tarih, miladi 576'yı gösteriyordu ve Peygamber Efendimiz daha altı yaşlarında iken bir çölün ortasında babasından kalan bir cariye ile yapayalnız kalakalmıştı. Artık Ümmü Eymen'e de büyük vazifeler düşüyordu. Küçük Muhammed'e göz kulak olacak, yerine göre ona ana-babalık edecekti. Peygamberimiz de onun bu haline karşı kayıtsız kalmayacak ve ‘Annemden sonra ikinci bir annem.’ diyerek ona iltifat edecektir. Daha sonra da babasından annesine, ondan da kendisine miras kalan Ümmü Eymen'i özgürlüğüne kavuşturacaktır.
Hz. Âmine'nin vefatından sonra, Peygamberimiz ve Ümmü Eymen, Mekke'ye dönerler. Artık Peygamberimiz dedesi Abdülmuttalib'in yanında kalmaya başlar.
Peygamberimizin, hicretin altıncı yılında annesinin Ebvâ’da bulunan kabrini ziyaret ettiği ve onun rikkat ve şefkatini hatırlayarak gözlerinin yaşardığı bilinmektedir.