Last Updated:

Müşriklerin Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir'e Saldırmaları

Peygamberlik geleli uzun zaman olmuş, Mekke'de Müslümanların sayısı bir hayli artmıştı. Hira mağarasında ilk vahyin gelmesinden beri, özellikle de İslam'a açıktan davetin başlamasından bu yana Müşrikler  Peygamberimizi engellemek, insanların İslam'ı tercih etmesini durdurmak için her türlü yolu denemişlerdi. Ancak kendilerinin de farkında olduğu bir şey vardı; ne yaparlarsa yapsınlar Müslümanların sayısı gün geçtikçe artıyor ve Hz. Muhammed de onların hoşuna gitmeyen sözlerini söylemeye devam ediyordu. Artık sadece sözlü olarak mücadele etmelerinin yeterli olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Fikir mücadelesinde başarısız olanların yaptıkları gibi artık onlarda kaba kuvvete başvurmaya başlayacaklardı.

Aslında bu hiç yapmadıkları bir şey değildi. O güne kadar bireysel olarak fiziksel baskılar yapılmıştı. Amcası, Hz. Osman'ı bir hasırın içine sararak hapsetmiş; annesi Sa'b b. Vakkas'a manevi baskı kurarak İslam'dan vazgeçmesini istemiş; Mus'ab b. Umeyr'in annesi Mus'ab'ı hapsederek dövmüş ve günlerce aç susuz bırakmış, daha sonra da evden kovup mirasından mahrum etmişti. Ümeyye b. Halef ile Ebu Cehil Bilal-i habeşi'ye işkenceler yapmıştı. Ancak artık bu bireysel müdahalelerin yetersiz olduğunu düşünüyorlar ve tüm Müslümanları etkileyecek olaylar yapmak istiyorlardı.

Bunun için de kendilerine Peygamber Efendimiz'i doğrudan hedef seçtiler. Zaten hedeflerindeydi ama daha fazla baskı kurmayı planlıyorlardı. Bunun için bir gün Kureyş ileri gelenleri, Kâbe’nin Hicr ismi verilen yerinde bir araya gelmiş; Mekke’deki gelişmeleri konuşuyorlardı. Tabii olarak konu, o günün en önemli meselesine geldi:

– Şu adama sabrettiğimiz kadar bir başkasına sabrettiğimizi hiç hatırlamıyorum, dedi aralarından birisi ve ilave etti:

– Büyüklerimizi sefahetle suçluyor ve ilahlarımız hakkında olumsuz şeyler konuşuyor da biz, hâlâ O’na sabrediyoruz; gerçekten de bu, büyük bir iş!

Tam bu sırada, konuştukları Allah Resûlü de, Kabe’ye geliyordu. Yaklaştı ve önce Hacerü’l-Esved’i selamladı. Ardından da Kâbe’yi tavafa başladı. Hicr’de bulunan kin dolu bu gruba yaklaştığında sözle sataşmaya başladılar. Duydukları karşısında belli ki çok rahatsız olmuştu; Kâbe gibi kutsal bir mekânda ağza alınmayacak sözler söylüyorlar, Allah’ın en sevgili kuluna olmadık hareketlerde bulunuyorlardı. İkinci tavafta yine aynı manzara... Üçüncü tavafta da. Derken işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki, Resûl-ü Kibriyâ’yı celallendirmişlerdi, kin kusan bu insanlara döndü ve Allah Resûlü:

– İşitiyor musunuz ey Kureyş! Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki, akıbetiniz perişan olur, diye seslendi.

Bakışı ve yönelişindeki heybeti o kadar ruhlarına işlemişti ki, bir anda ortalık buz kesilivermişti. Çok etkilenmişlerdi; başlarında kuş varmışçasına hareketsiz, oldukları yerde kalakalmışlardı. Bir anda tavırlarını değiştirmiş, en katı olanı bile yumuşayıvermişti. Şöyle diyorlardı:

– Sen yoluna git ey Ebâ Kâsım! Zira, Sen cahil birisi değilsin!

Bunun anlamı, “Biz Seni yine kendi haline bırakalım da ne olur Sen bize beddua etme. Sen kendi yoluna, biz de kendi yolumuza devam edelim.” demekti. Resûl-ü Kibriyâ da, oradan ayrılıp yine bir başka muhtaç gönüle İslâm’ı anlatmak üzere yola koyuldu.

Ertesi gün yine aynı yerde bir araya gelmişler, yine benzeri konuları görüşüyorlardı:

– O’nun size yaptıklarını ve sizin de O’nun için yaptıklarınızı bir hatırlayın! Adam, sizin için hoşunuza gitmeyecek her şeyi söylediği halde siz, korkup O’nu kendi haline bırakıyorsunuz!

Olacak ya, yine tam bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâbe’ye çıkageldi. Göz göze gelmişlerdi. Belli ki bir dümen çeviriyorlardı. Tam, selamla tavafa başlayacaktı ki, birden etrafında halkalanıverdiler:

– Sen miydin bizim ilahlarımız hakkında olumsuz sözler söyleyen, atalarımızı da dalaletle itham eden, diyor ve diş biliyorlardı.

Bu durumda bile Efendiler Efendisi:

– Evet, bütün bunları söyleyen bendim, diyor ve tavrını bile değiştirmeden doğruyu olduğu gibi söylüyordu.

Ancak adamların niyeti kötüydü. Hep birden üzerine üşüşüverdiler Habîb-i Zîşân’ın. Kimi cübbesinden tutmuş çekiştiriyor, kimi kolundan asılıyor, kimi de kırılası elleriyle vurmaya çalışıyordu. Bir anda hepsi, gözü dönmüş kurt sürüsüne dönüşmüşlerdi. Hatta, Ukbe İbn Ebî Muayt, İnsanlığın Emîni’nin boynuna sarığını dolamış; sıkıştırdıkça sıkıştırıyor ve bu şekilde O’nu boğmak istiyordu. Bu sırada, hiç beklenmeyen bir şey oldu; bütün kargaşaya inat Kâbe’nin avlusunda, kulakları yırtarcasına gür bir ses yükseliyordu:

– Sadece, “Rabbim Allah’tır.” dediği için bir adamı öldürecek misiniz?

Bütün yüzler birden sesin geldiği yöne dönüverdi. Bu ses, Ebû Bekir’in sesiydi. Mekke’yi titreten bu ses, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmek için gürlüyordu ama bu sefer de Mekkeliler onun üzerine saldıracak ve hınçlarını ondan çıkarma yarışına gireceklerdi. Bu, o ana kadar Mekke’de yaşanan en çetin gündü. Akşam olup da Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), kolu kanadı-kırık evine döndüğünde vücudunda ezilmedik yer kalmamıştı ve kıyafetleri de kanlar içindeydi.