Kelam İlmi'nin Tarihi ve Yeni İlm-i Kelam
Asr-ı saadette bugün anladığımız manada kelamî tartışmalar yaşanmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber (sav) mü’minlerin arasında olduğu için akla gelebilecek her türlü soru işareti kendilerine sorularak giderilebilmekteydi. Bir taraftan vahyin nazil olmaya devam etmesi ile mü’min kalpler direk menbadan beslenmekte, diğer taraftan aralarında doğabilecek herhangi bir düşünce ayrılığı hemen gidip Efendimiz (as)’e sorarak daha doğmadan izale ediliyor ve akıllar inen ayetler ve Hz. Peygamber’in (sav) beyanları ile mutmain oluyordu. Dolayısıyla bu dönemde hiçbir zaman içtihada ihtiyaç duyulmamış ve fikir ayrılıkları yaşanmamıştır. Hz. Peygamber’in (sav) ahirete irtihalinden sonra ise Müslümanların ihtilaf ettikleri zaman, ihtilafı ortadan kaldıracak, vahiyle müeyyed başvurabilecekleri kimse kalmamıştı. Artık bütün fikirler eşit durumda idi ve herkes kendi düşüncesinin daha isabetli olduğunu iddia edebilirdi. Bu ise siyasi ve itikadi ayrılıkların oluşma ihtimalinin ilk sinyaliydi.
Her ne kadar asr-ı saadetten sonra, hilafet, zekatı vermeyenlerle savaşılması gibi konularda fikir ayrılıkları ortaya çıkmış ise de akaidle ilgili önemli ihtilaflar olmamıştır.[1] Ki bu dönemde sahabe hayatta ve mü’minler Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemdeki gibi saf ve duruluklarını devam ettirmekteydiler. Ancak çok zaman geçmeden sahabeden önde gelenlerin bir kısmının vefat etmeleri ve sahabe olmayan ama sonradan Müslüman olmuş olan bir kısım kişilerin de işin içine girmeleriyle bu ihtilaflar –özelikle de imamet konusunda- şiddetini arttırmıştır. Hatta bu ictihad ayrılıkları sebebiyle birbirlerine kılıç çekmeye kadar iş ilerlemiş; halife Hz. Osman’ın (ra) şehid edilmesi, Cemel Vakası, Sıffin Savaşı ve Kerbela Olayı gibi İslam dünyasında yüzyıllarca yürekleri burkan olaylar meydana gelmiştir.[2]
İmamet başlangıçta itikad ile alakalı bir konu olmamasına rağmen daha sonra özellikle Şia tarafından iman esasları arasına dahil edilerek itikadî bir mevzu haline getirilmiştir.
Müslüman gruplar arasında meydana gelen yukarıda zikredilen savaşlar ise büyük günah tartışmasını doğurmuştur. Çünkü bu olaylarda ölen de öldüren de Müslümandır. İslam’a göre ise katl büyük günahlardan birisidir. Bu durumda mürtekib-i kebirenin yani bu büyük günahı işleyenin imanî durumu ne olacaktır? Buradan da imanın çerçevesinin ne olacağı sorunu ortaya çıkmıştır.
Ayrıca mürtekib-i kebire bu kebireyi işlerken hür bir iradeye sahip midir? Yoksa kader-i ilahinin cebri altında mı bu fiili gerçekleştirmiştir? Yani irade tartışması da buradan doğmuştur.[3]
Ayrıca asr-ı saadet döneminde İslam, Arap Yarım Adası’nın dışına çıkmamıştı. Daha hicrî birinci asrın sonlarında Irak, Suriye, İran ve Mısır gibi yerler İslam coğrafyasına dahil olmuşlardı. Bu coğrafyalar ise eski medeniyet ve kültürlerin merkezleri olan yerlerdi. İslam ile yeni tanışan bu coğrafyaların insanları, eski inanç ve kültürlerinden kalma düşünceleriyle birlikte geldikleri için akaidle ilgili yeni görüşler ortaya atmaları gayet normaldi. İslam dışı olan bu düşüncelerin ise elbette cevaplanması, çürütülmesi gerekmekteydi.
Böylece Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra içte hilafet, dahili savaşlar, nübüvvet nurunun uzaklaşması, İslam dininin tanıdığı fikir hürriyeti gibi amiller; dıştan da çeşitli dil, din ırk ve kültüre sahip insanların İslam Dünyası’na girişi ilk fikri hareketleri hazırlamıştır.[4]
Bütün bu olaylar neticesinde gündeme gelen büyük günah, iman-amel ilişkisi, insanın eylemlerinde hür olup olmadığı, yani kader, Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı, yani Allah’ın sıfatları tartışmaları, Kaderiyye, Cebriyye, Mürcie, Hâriciyye, Müşebbihe, Mücessime ve Mu‘tezile gibi ekollerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.[5]
Bu itikadî-fikrî hareketliliğin neticesinde yaklaşık bir asır sonra müstakil itikadî fırakalar oluşmaya başlamıştır.
İlk olarak Vasıl b. Ata’nın mürtekib-i kebire konusunda hocası Hasan Basri’ye sorulan bir soruya hocası cevap vermeden, hocasının düşüncesinden farklı bir cevap vererek meclisten ayrılması üzerine Mu’tezile’nin temelleri atılmıştır.[6]
Mu’tezile iman meselelerini açıklarken nassı kabul etmekle beraber akla da önem vermiştir. Akıl ile uyuşmadığını düşündüğü nakli ise te’vil etmiştir. Mu’tezilenin bu yöntemi ise kelam metodu olarak isimlendirilmiştir.[7] Mu’tezile’nin ortaya çıkmasından yaklaşık bir buçuk asır sonra İbn Küllab el Basri, Haris el Muhasibi gibi Selefiyye alimlerinden bazıları da iman meselelerini akıl ile te’yid etme ihtiyacı hissetmişler ve Ehl-i Sünnet kelamının oluşmasına zemin hazırlamışlardır.[8]
Hicri dördüncü asrın başlarında kırk yaşına kadar Mu’tezile alimlerinden olan imam Eş’ari, (ö. h. 324/m. 936) hocası Ebu Ali el-Cubbaî’ye salah-aslah konusundaki sorduğu üç kardeş sorusuna cevap alamayışından sonra Mu’tezile’den ayrılmış ve Mu’tezile’yi ve diğer bid’at ehli’nin düşüncelerini reddetmiştir.[9] Aynı tarihlerde Mavereünnehr’de Eş’arî gibi Selef ve Mutezile arasında olan İmam Maturidi ortaya çıkmış ve bu iki imamın görüşleri Ehl-i Sünnet’i oluşturmuştur.
Bütün bunlar bir taraftan olurken bir taraftan da Emeviler döneminin sonlarına doğru ilk olarak Halid b. Yezid b. Muaviye (ö. m. 704) tarafından başlayan Eski Yunan İlimlerinin tercüme faaliyetleri Abbasi Halifeleri’nden Mansur, Harun Reşid ve Me’mun dönemlerinde daha da ilerlemiştir. Tercüme faailiyetleri Kindî, Farabî, İbn Sina gibi İslam filozoflarının da yetişmesine vesile olmuştur.[10]
Ancak felsefenin İslam dünyasına girmesi ile birlikte Ehl-i sünnet ve Mu’tezile uleması önce felsefe ile mücadele etme gereğini duymuş, daha sonrada felsefenin kendilerine karşı kullandığı akılcı metodun karşısında aynı metotlardan yararlanmak zorunda kalmış ve İlm-i Kelam zamanla metod itibari ile felsefîleşmeye başlamıştır. Önceleri sadece nassları kullanan ulema artık hem aklı hem nakli kullanır hale gelse de vahyi hareket noktası olarak kabul etmiştir.[11]
Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz döneme “Mutekaddimûn Dönemi” denilmiştir. Hem kelam ilmine getirdiği yenilikler hem de filozoflara yönelttiği eleştiriler ve onları tekfir etme noktaları ile Gazzali “Müteahhirûn Dönemin”i başlatmıştır. Bu dönemde kelam uleması genel olarak artık tamamen teessüs etmiş olan İslam filozoflarıyla mücadele etmişlerdir.[12]
Görüldüğü gibi İslam âlimleri, tarihin her döneminde akaid ve kelam konularıyla ilgili ortaya çıkan problemleri çözmeye çalışmışlardır. Bu itibarla onlar İslam Dünyası’nı etkileyen yeni akımları dikkate alarak çeşitli yöntem ve metotlar geliştirmişlerdir. Aslında İslam dininin esaslarını oluşturan temel prensiplerden hiçbirinin değişmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla İslamî fırkalara mensup kimseler de, bu konularda noksanlık veya fazlalık iddia etmemişlerdir. Ancak konuların anlaşılma tarzı, izah ve ispat metotları fırkalara ve çağlara göre değişikliğe uğramıştır. Ehl-i Sünnet kelamcıları da bu değişken sisteme göre önlem almışlardır. Böylece akaid ve kelam ilmi; tarihi süreç içinde Selef Akidesi, Mütekaddimûn Kelam İlmi ve Müteahhirûn Kelam İlmi gibi ayrı ayrı dönemler halinde 19. asrın ortalarına kadar devam etmiştir.
Batıdaki Rönesans hareketleri ve buna bağlı olarak felsefenin değişmesi, Kadim Yunan Felsefesi’nin yerini Modern Batı Felsefesi’nin alması, yeni düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ne var ki İslam dünyası da, bu tür zararlı akımlardan ciddi anlamda etkilenmeye başlamıştır. Bu nedenle önceki devirlerde olduğu gibi bu dönemde yaşayan kelam bilginleri de çağın gereklerine göre tedbir almaya çalışmışlardır. Bunlar, inkarcılığa zemin hazırlayan materyalist, tabiatçı ve pozitivist gibi akımları besleyen Batı Felsefesi başta olmak üzere, İslam’ın değerlerini tehdit eden bütün unsurlara karşı yeni tedbirler ve metotlar geliştirmek zorunda kalmışlardır. İşte bu zorunluluk, İslam dünyasında geniş bir çalışma dönemi başlatmıştır. Özellikle Hindistan, Mısır ve Türkiye’de Kelam ilmi alanında “yenilik” olarak ifade edilebilecek bir dönem ve çığır açılmıştır. Bu dönemin inşasına imkan hazırlayan kelam âlimleri arasında dışarıda; Seyyid Ahmet Han (1817-1898), Cemalüddin Efganî (1838-1897), Şibli Nu’man (1857-1924), Muhammed İkbal (1876- 1938), Muhammed Abduh (1849-1905), içeride ise Abdullatif Harputî (1842-1916), Filibeli Ahmet Hilmi (1865-1914) ve İzmirli İsmail Hakkı (1868-1946) gibi şahsiyetleri saymak mümkündür.[13]
Filibeli Ahmet Hilmi, yeni bir ilm-i kelamın geliştirilmesinin zorunlu olduğunu belirtmiştir. Ona göre her dönem insanının bir zihniyeti bulunduğu için bugünün insanının eskinin mantık ve bilgileriyle tatmin ya da ikna olması mümkün değildir. Dolayısıyla İslam toplumunun büyük bir düşünce devrimine, ciddi bir yenilenmeye ihtiyacı vardır. Bu da eskinin fikrî mahsullerini tetkik ederek, doğruluk ve yararı ortaya çıkanları tercih, topluma zararı dokunanları terk etmek, ahlaka ve ilerlemeye uygun olmayanları ise değiştirmekle, yeni ictihadlarda ise mutlaka zamanın biliminden, çevrenin ihtiyaçlarından ilham almakla gerçekleşir. Ancak bu uygulama hiçbir zaman dini yıkma ya da yerine şek ve şüphe koyma amacı taşıyamaz. Çünkü din esastır ve esası atmak intihar anlamına gelir. Gerekli müdahale yalnızca vücudun hayatiyetini kaybetmiş parçaları için yapılabilir. Mesela bir adamın kangren olmuş parmağı kesilir, ama kalbi veya beyni atılamaz. Böylece dinde inanç esaslarının yanında dini duygunun önemini sık sık vurgulayan Filibeli Ahmet Hilmi, bu yöntemle kelama yeni bir boyut kazandırmıştır. Ona göre din, dinî his ve duygu ile kaimdir, bunlarsız din ayakta duramaz.
İzmirli İsmail Hakkı ise; Yeni İlm-i-Kelam dönemini başlatmanın lüzumu hakkında şunları söylemektedir: “Bu ilm-i kelamın (yani müteahhirin ilm-i kelamının) erbabı hicri bin tarihinden sonra kesb-i nedret etmiş; daire-i şümûlüne aldığı felsefe-i kadime de üç asırdan beri munkarız olmuş, yerine garp felsefesi kaim olmuş idi. Garp felsefesi ahiren memleketimize de girmekle bu ilm-i kelam bittabi gayr-i kâfi görülmeye başlamış; ilm-i kelamın bugünkü zihniyete göre yeni bir şekil iktisab etmesi zarureti hasıl olmuştur. İşte bu zaruret karşısında Tetkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i İlmiyyesi yeni ilm-i kelamın tahrir olunmasını tahtı vücubta görmüştür.”[14] İzmirli Kelam ilminin İslam düşünce sisteminin temelini teşkil ettiğini görerek, Kur’an ve Sünnet’i esas almak suretiyle Yeni Kelam’ın oluşmasına çalışmıştır. Dönemin şartlarından dolayı, metot olarak Batı felsefesini ve mantığını benimsemiştir. O’na göre klasik mantık, modern mantığın karşısında yetersiz hale gelmiştir. Bu bakımdan o, bir yandan klasik kelam konularının ihmal edilemeyeceğini belirtirken, diğer yandan da, vahiy gerçeğinden hareketle, Kelam İlmi’ni çağın gereklerine cevap verir hale getirmeyi başarmıştır.[15]
Prof. Dr. Bekir Topaloğlu da yeni ilmi kelam dönemini, “Yeni ilm-i kelam bütün şekilleriyle materyalizmi ve felsefi bir görüş olarak pozitivizmi reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik tenkitleri (darvinizm, fröydizm) cevaplarından, yeni felsefi cereyanları eleştirdikten sonra müsbet ilimden de istifade ederek Allah’ın varlığını ispat eden, İslam’ın akaid konularını ispat ve izah ederek mukaddesatı savunan bir ilimdir[16] şeklinde tarif etmiştir.
Görüldüğü gibi Rönesans ve Batı Felsefesindeki değişimle birlikte yenilik düşüncesi birçok kişi tarafından dile getirilmiş ve çalışmalar yapılmıştır. Ancak yapılan çalışmaların yeterli olduğunu, İslam İnanç esaslarına aykırı bu yeni akımlara tam cevap verilebildiğini, bu zararlı fikirlerin engellendiğini söylemenin pekte mümkün olmadığı görülmektedir. Bu alanda daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğu ortadadır. Harputî de yaptığı çalışmaların yeterli olmayacağını, eserinin sadece bir numune olabileceğini, bu işin devam ettirilmesini gelecek nesillerden beklediğini söylemiştir.[17]
Bu dönemde İslam dünyasında bazı düşünürlerimiz de pozitivizm ve materyalizm gibi akımlardan etkilenmişler ve batının pozitivist düşüncelerini nihai bilim olarak kabul etmişler, Müslümanları geri bırakan şeyinde din olduğunu iddia etmişlerdir. Bu sebeple de dinî muhafazakârlığın terk edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Osmanlı’da Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Mısır’da Şibli Şümeyyil ve Farah Antun bunlardan bazılarıdır.[18]
Onlara göre Batı dünyasının ilerlemesini sağlayan ve İslam Aleminin geri kalmasına sebep olan pozitivizm, materyalizm ve darwinizm İslam inanç temelleriyle uygun değildi. Bu akımları İslam dünyasında da dillendirmeye çalışan bu düşünürler, müslümanların inançlarını sorgular ve düşünceleriyle onların itikatlarını tehdit eder bir duruma gelmişlerdir.
Bize göre bilimsel veriler takip edilmeli ve dinin anlaşılmasına yardımcı olarak kullanılmalıdır. Ancak bilim değişmez bir kanun olarak değil -ki tarih boyunca ne kadar değişikliğe uğradığı erbabınca malumdur- hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan nassların, dönemine göre anlaşılması ve açıklanması için yardımcı kaynaklar olarak kullanılmalıdır. Kur’an nazil olduğu dönemden bu yana hiçbir değişikliğe uğramamış ve 14 asırdır her dönemde, o döneme göre anlaşılmış ve dönemine ışık tutmuştur. Bilimsel veriler elbette kendi döneminde Kur’an’ın anlaşılması için kullanılabilir hatta kullanılmalıdır. Ancak değişmez ve kesin olanın Kur’an, her an değişebilir ve kesin olmayanın ise bilimsel veriler olduğu unutulmamalıdır. Harputî’nin de temel tezi bilimsel veriler ile dinin çelişmediği yönündedir.
dipnotlar:
[1] Harputî, Kelâm tarihi, s.26
[2] Harputî, Kelâm tarihi, s26
[3] Kazanç F. Kerim, Klasik Kelamî Tartışmaların Doğuşu ve Gelişimine Etki Eden Faktörler, s.182
[4] Topaloğlu Kelâm İlmi Giriş, s.22
[5] Kazanç, a.g.e., s. 182
[6] Gölcük Şerafeddin, Toprak Süleyman, Kelam Tarih Ekoller Problemler, s. 40
[7] Topaloğlu, a.g.e. s.22
[8] Topaloğlu, a.g.e. s.23
[9] Gölcük, Toprak, a.g.e., s. 57
[10] Gölcük, Toprak, a.g.e., s. 62
[11] Gölcük, Toprak, a.g.e., s. 63
[12] Topaloğlu, a.g.e. s.28
[13] M. Sait Özervarlı, Kelamda Yenilik Arayışları, İSAM
[14] Topaloğlu, a.g.e., s.37
[15] Karaman, a.g.e., s. 12
[16] Topaloğlu, a.g.e., s.39
[17] Harputî, Kelâm tarihi, s. 126
[18] Harputî, Kelâm tarihi, s. 14