Hz. Muhammed'in Doğumu
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) babası Abdullah, ticaret için çıktığı yolculukta Medine'de vefat etmişti. Arkada bıraktığı Hz. Amine ise hamileydi. Ancak çok farklı bir hamilelik dönemi yaşıyordu. Diğer anne adayları gibi sıkıntılar yaşamıyor ve tatlı bir meltem gibi kendisini kucaklayan rahmet esintileri altında bir hamilelik süreci geçiriyordu. Daha da ötesi arada bir kulağına bazı müjdeler fısıldanıyordu. Yine bir gün şunları duymuştu:
– Şüphesiz ki Sen, ümmetin efendisine hamilesin. Onu dünyaya getirdiğin zaman; O’nu, her türlü hasetçinin şerrinden, Bir olana istiâze ediyor ve O’nun korumasına bırakıyorum, de ve ardından, adını da “Muhammed” koy.
Âmine, şahit olduğu bu olaydan oldukça etkilenmişti. Evet, yetim bir çocuk dünyaya getirecekti. Ama bu yetimin, ümmetin efendisi olması ne demekti? Hem, Muhammed diye bir isim bilmiyordu. Zira o gün için Muhammed ismi, bilinen bir ad değildi. Bütün Hicaz’da, sadece üç kişiye verilmiş bir isimdi. Bunların üçünün babası da, kral ve meliklerle birlikte bulunmuş, ehl-i kitap insanlardı. Her biri de, hanımlarının hamile oldukları dönemde vefat etmişler ve vefat etmeden önce de, şayet doğacak çocuk erkek olursa adını Muhammed koyması konusunda eşlerine vasiyette bulunmuşlardı. Zira biliyorlardı ki, ahir zamanda gelecek Son Nebi’nin adı Muhammed olacaktı ve artık O’nun yıldızı doğmak üzereydi.
Karnında taşıdığı emanet, onun rüyalarına konu oluyor ve böylelikle onun yükü hafifletilmiş oluyordu. Bir gün anne Âmine, rüyasında vücudundan büyük bir nurun çıktığını görecek ve bu nurla, Basra ve Şam bölgesinin saraylarının aydınlığa kavuştuğuna şahit olacaktı.
Tarihin, 20 nisan 571’i gösterdiği bir gündü. Fil hadisesi üzerinden yaklaşık 50 gün geçmişti. Kamerî takvim, Rabîülevvel ayının 12’sini gösteriyordu. Günlerden pazartesi idi. Tan yerinin aydınlığa durduğu bu demde, bütün karanlıkları aydınlığa kavuşturacak bir doğum yaşanıyordu. Hz. Âmine’nin yanında, Abdurrahman İbn Avf’ın annesi Şifa Hatun ile Osman İbn Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hatun vardı. Derken, asırlardır dilden dile muştusu dolaşan Son Sultan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), olanca bir sühûlet içinde dünyaya teşrif ediverdi. Âmine’nin yetimi dünyaya gelmişti; ama başka çocuklara hiç benzemiyordu. Dudakları kıpırdıyor ve bir şeyler söylüyordu. Şifa Hatun biraz dikkat edince, “Allah sana merhamet etsin!” dediğini duydu. Odanın içi bir anda aydınlanıvermiş; Doğu ile Batı bu aydınlıkla nura gark olmuştu. Hatta bu nurla, Rûm diyarının sarayları görülür olmuştu.
Fâtıma Hatunun da şehadetiyle evin her bir köşesi, adeta nur kesilmişti. Sanki gökteki yıldızlar salkım salkım uzanmış ve üzerlerine dökülecek gibi olmuştu.
Hemen Abdulmuttalib’e haber gönderildi ve Kâbe’de ibadetle meşgul olan dede Abdulmuttalib, heyecanla eve geldi. Âlemin beklediği Nûr’u kucağına aldığında sevinçten sakalı, gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Oğulları arasında en çok sevdiği Abdullah’ın yetimi, sağ-salim dünyaya gelmiş; mânâlı bakışlarla kendini süzüyordu.
Kürek kemikleri arasında bulunan işaret, herkesin dikkatini çekmişti; zira bu, din bilginlerinin tarif ettikleri gibi gelecek Son Nebi’nin ‘risâlet mührü’ idi.
Sıra adını koymaya gelince Hz. Âmine, görüp duyduklarını anlattı Abdulmuttalib’e ve adını ‘Muhammed’ koydular. Sonra da Abdulmuttalib, şükrünü eda etmek için torununu kucağına alıp doğruca Kâbe’ye geldi. İlk defa Kâbe, ikizi ile buluşuyordu. Abdulmuttalib’e, Abdullah’ın yetimi biricik torununa niçin bu ismi verdiği sorulunca o şunları söyleyecekti:
– Rüyamda, sanki gümüşten bir silsile gördüm; ortasından bir direk çıkmış, bir tarafı semaya, diğeri yerin derinliklerine, bir diğeri doğuya diğer biri de batıya doğru yönelip yükseliyordu. Daha sonra sanki bu, bir ağaç oluverdi. Her yaprağı nur doluydu. Doğu ve batıdaki herkes, bu ağaca müteveccih olup ona tutunma yarışına girmişlerdi.
Zira o, gördüğü bu rüyayı tabircilere sormuş ve onlar da, neslinden dünyaya teşrif edecek birisinin, doğu ve batılılar tarafından umde kabul edilerek arkasından gidileceğini, sema ve arz ehlinin de, O’nu takdis ederek başlarına taç yapacaklarını anlatmışlardı. Abdulmuttalib, bunları Hz. Âmine’nin anlattıklarıyla birleştirince, tereddüdü kalmamış ve artık, torununa Muhammed diye seslenir olmuştu.
Aradan yedi gün geçmişti; Arapların genel âdeti olduğu şekilde Abdulmuttalib de, Abdullah’ın yetimini aldı ve O’nu sünnet ettirdi.
Efendiler Efendisini annesinden sonra henüz bir haftalık iken emziren, Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe’dir. Onu, yeğeninin doğumunu haber verdiğinden dolayı Ebû Leheb, bir sevinç nişanesi olarak hürriyetine kavuşturmuştu. Ancak, İslâm’ı tebliğle birlikte yeğeniyle yollarını sonsuza kadar ayıran bu öz amcanın, sırf bu hareketinden dolayı bir nebze de olsa ahiret azabından rahatlık duyacağı bilinmektedir. Zira, vefatından bir yıl sonra kardeşi Hz. Abbas’ın rüyasına giren ve perişan haliyle yürekler yakan Ebû Leheb’e:
– Bu ne hal, nelerle karşılaştın, diye sorulduğunda, iki parmağının arasını işaret edecek ve şu cevabı verecekti:
– Sizden sonra hayır adına hiçbir şey görmedim; sadece Süveybe’yi hürriyete kavuşturduğum için bir yudum su alma imkânım oluyor.
Süt anne Süveybe, daha önce Abdulmuttalib’in bir diğer oğlu ve Efendimiz’in amcası olan Hz. Hamza’yı da emzirdiği için, Hz. Hamza ile Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) süt kardeş olmuşlardı.
Hz. Muhammed Doğduğunda Gerçekleşen Mucizeler
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) doğduktan sonra çok geçmeden dört bir taraftan ilginç haberler gelmeye başladı. Daha da ilginci bu haberler hep yeni doğan Hz. Muhammed ile ilgili olmasıydı. Böyle olması aslında normaldi. Çünkü o mevcudatın yaratılış sebebi ve varlığın en mükemmel meyvesi idi. Onun dünyaya gelmesinden tüm dünyanın da etkilenmesi gayet normal bir durumdu. Allah'tan getireceği mesajlar ile de insanlığın geleceğine yön verecekti. Adeta Allah Teala gelecekte herkesin dikkatini çekecek bu kutlu nebiye, daha doğumundan itibaren insanları yönlendiriyordu.
Şimdi Peygamber Efendimizin doğumunda gerçekleşen olaylara bir bakalım.
Kabe'deki Putların Devrilmesi
Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) doğduğu gecenin sabahı Mekke, Kabe'deki putların devrildiği ile sarsılmıştır. Bunu kimin yaptığını ve niçin yaptığını kimse anlayamaz. Ardından da farklı coğrafyalardan farklı haberler gelmeye başlar. Adeta farklı nesne ve eşyalar, bu son nebinin gelişine harekete geçmiş ona hoş geldin diyorlardı.
Yeni Bir Yıldız
Bir çok insan son peygamberin zamanının geldiğini biliyordu. Özellikle Yahudi âlimleri arasındaki yaygın anlayışa göre, ahir zaman peygamberinin doğumu yaklaşmıştı ve bu doğumu haber verecek olan yıldız da doğmak üzereydi. Zaten, uzun zamandır gökyüzünde, adeta bir maytap şenliği başlamıştı, yıldız kaymaları semada sürekli kavsiyeler çiziyordu.
Daha önceleri hiç bu kadar yıldız kayması yaşanmamıştı; o geceden sonra da yaşanmayacaktı. Zira şeytani düşüncenin haber kaynaklarına yıldızlar kurşun olmuş yağıyor, O’na ve O’nunla gelecek hakikatlere zarar vermesinin önüne geçilmiş olunuyordu.
O güne kadar Hicaz’da yaygın olarak yapılagelen kâhinlik, bundan sonra vahye karıştırılmamak için son bulacak ve kâhinlere gelen haberlerin de önü kesilecekti. Zira O, kâhinleri de kâhinliği de ortadan kaldırmak için geliyordu.
O gün Mekke’de, Yahudi bir tüccar vardı. Sabah olunca Kureyş’e şunları soruyordu:
– Ey Kureyş Topluluğu! Bu gece sizin aranızda bir çocuk dünyaya geldi mi?
Henüz kimsenin haberi yoktu ve:
– Vallahi haberimiz yok, bilmiyoruz, dediler.
Bunun üzerine adam, önce tekbir getirdi ve arkasından da şunları tembihledi onlara:
– Bir yanlışınız var; gidin iyice bakın ve söylediklerimi de iyice aklınıza yazın: Bu gece, ümmetin Son Nebisi Ahmed dünyaya geldi. İyi bakın; zira o burada değilse Filistin’dedir. İki omuz küreği arasında, siyahla sarı arasında tüylerle örtülü risalet mührü vardır.
Mekkeliler, adamın sözlerinden hayrete düşmüşlerdi. Şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı, ama henüz böyle bir doğumdan da haberdar değillerdi. Her zaman olduğu gibi bu meclis de dağılmış ve herkes çoluk-çocuğunun arasına gitmişti. Çok geçmeden her biri, o gece Abdulmuttalib’in bir torunu olduğu ve adını da Muhammed koydukları haberini alıyordu. Daha da ilginci, Yahudi bilgenin anlattığı gibi bu çocuğun iki omuz küreği arasında tarif edildiği şekilde bir mührün bulunmasıydı.
Durumdan haberdar olan Yahudi bilgenin yanına geliyordu. Onlar:
– Hani sen, bizim aramızda bir çocuğun dünyaya gelişinden bahsetmiştin ya, demeden adam:
– Ben size haber verdikten sonra mı doğdu, önce mi, diye sordu telaşla.
– Önce, dediler.
Adam iyice heyecanlanmıştı ve bir an önce kendisini bu çocuğun yanına götürmelerini istedi. Hz. Âmine’nin yanına gelip de küçük Muhammed’in omuz kürekleri arasındaki mührü görünce kendinden geçip bayıldı. Kendine geldiğinde:
– Yazıklar olsun! Sana neler oluyor, diye çıkıştıklarında da, teker teker şunları söylemeye başladı:
– Artık nübüvvet meselesi, İsrailoğullarının elinden çıkıp gitmiştir. Bu, böyle yazılıdır. Artık peygamberliğin bereketi Araplarındır. Sevinin ey Kureyş! Çünkü O, sizinle birlikte öyle bir güce ulaşacak ki O’nun haberi, Doğu ile Batı arasını dolduracak.
Benzeri bir durum da Medine’de yaşanıyordu. O gün için henüz sekiz yaşlarında bir çocuk olan meşhur şair Hassân bin Sâbit, bu heyecanı yıllar sonra şu cümlelerle anlatacaktı:
– Ben o zaman yedi veya sekiz yaşlarında bir çocuktum ve işittiğim her şeyi anlıyordum. Yesrib kalelerinden birinin üzerinde Yahudi bir bilgeyi, yüksek sesle şöyle bağırırken gördüm:
– Ey Yesrib halkı! Ey Yesrib halkı!
Bu telaşa herkes şaşırmıştı. Belli ki, çok önemli bir hadise gerçekleşmişti veya büyük bir tehlike geliyordu. Çok geçmeden:
– Ne bu telaşın? Ne oldu sana, diyerek etrafında toplanıverdiler.
Etrafında birikenlere şöyle sesleniyordu:
– Bu gece, dünyaya gelen Ahmed’in yıldızı doğdu.
Kisra'nın Sarayının Burçları Yıkılıyor
O günün iki büyük imparatorluğundan bir tanesi Fars imparatorluğudur.Bu imparotorluğun saraylarının burçları ise sağlamlıklıkta eşine rastlanamayacak kadar dayanıklıdır ve Farslar bununla övünmektedirler. Ancak Hz. Muhammed'in doğduğu gece, Kisra'ının saraylarının bulunduğu yer şiddetle sarsılmış ve bu sarayların on dört burcu yerle bir olmuştur.
Save Gölünün Kuruması
Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) doğduğu gece kutsal kabul edilen Save Gölü'nün suları bir anda çekilmiş ve Save Gölü kurumuştur.
Fars İmparotoru'nun Rüyası veKutsal Ateşin Sönmesi
Fars imparatoru, Peygamberimizin dünyaya geldiği gece rüyasında, Arap atlarının, semiz ve güçlü develeri arkasına takıp Dicle’yi geçtiklerini görmüş, oradan da ülkesinin her bir tarafına yayıldıklarına şahit olmuştur.
Endişe ve telaşla sabahlayan kral, sabah olup da tacını giyer giymez olanları vezirleriyle paylaştı ve bunun bir anlamının olduğu üzerinde durarak bütün bunların manasını bilen birisini bulmalarını istedi. İşte tam bu sırada, İstahrâbad denilen yerde bin senedir hiç sönmeden yanan ve insanların etrafında pervane olup döndükleri ateşin de o gece sönüp tarih olduğu haberi gelivermişti. Kral, yanındaki birinci adama döndü ve bütün bunların ne anlama geldiğini sordu. Bilge vezir:
– Arapların olduğu yerde büyük bir hadise olduğu anlaşılıyor, diyordu.
Evet, büyük bir hadisenin olduğu anlaşılıyordu; ama bunun ne olduğu henüz belli değildi. Hiç vakit geçirmeden Hîre valisi Nu’mân bin Münzir’e haber göndererek, hem konuyu araştırmasını hem de bütün bunların ne anlama geldiğini bilen birisini bulup kendisine getirmesini istiyordu.
Durumun nezaket ve ciddiyetini kavrayan vali de, bir başka bilge ve aynı zamanda meşhur kâhin Satîh’in yeğeni olan Abdulmesîh’i, söz konusu bu kâhine göndermiş ve bütün bunların yorumunu dayısından teker teker almasını istemişti.
Nihayet Abdulmesîh, Dayısı Satîh’in yanına gelip yaşanılanları anlattı bir bir. Satîh’in ayakta duracak takati yoktu; yaşlanmıştı ve artık son demlerini yaşıyordu. Bunun için Abdulmesîh, bir an önce bütün bunların ne anlama geldiğini öğrenmek istiyordu. Olup bitenleri dinledikten sonra, birden ciddileşen ve kendini toparlayan Satîh, güçlükle şunları söylemeye
başladı:
– Ey Abdulmesîh! Büyük asânın sahibi gönderildi, artık ilahî vahiy hükmünü icra edecek. Semâve vadisi taşıp Sâve gölü kuruduğuna ve Farslıların da sönmeyen ateşi söndüğüne göre artık, Arap yarımadasında Satîh’e yer yok demektir. Mutlak Hâkim böyle murad buyurdu ve risaletle nübüvvet ipinin iki ucu böylelikle düğümlenmiş oldu. Buralara bundan sonra, çöken eyvanlar sayısınca melikler hâkim olacaktır. İnan, bunların hepsi de olacaktır.
Bu cümleler, Satîh’in son sözleri olmuştu. Adeta, yıllardır bu cümleleri söylemek için zamana direnmişti. Şimdi de, vazifesini yapmış olmanın huzuruyla artık dünyaya veda ediyordu.