Last Updated:

Hz. Muhammed'in Dedesi Abdülmuttalib

Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin'in (s.a.v.) babası tarafından dedesidir. Peygamberimizin soyunu ele aldığımız yazımızda kısaca kendisinden bahsetmiştik. Şimdi biraz daha ayrıntılı olarak Abdülmuttalib'den bahsedelim.

Abdülmuttalib'in asıl adı Şeybe'dir. Haşim'in dört oğlundan birisidir. Peygamberimizin ikinci kuşaktan dedesi olan Haşim, fazilet yönüyle kendini göstermiş en önemli şahsiyetlerden birisidir. İlk defa hacılara ikram geleneğini ve yaz kış ticaret hayatını o başlatmıştır. Daha sonra bu yaz kış ticaret yolculuklarından Kureyş Suresi'nde bahsedilmiştir. Kendisi de ticaretle uğraşmıştır. Ticaret amacıyla Şam'a giderken Medine'ye o günkü adıyla Yesrib'e uğramış ve burada Neccaroğullarından Selma isminde birisiyle evlenmiştir. Daha sonra da Medine'de ikamet etmeye başlamıştır. Ancak buradaki ikamet zamanı çok uzun sürmemiş çünkü çıkan bir savaşta hayatını kaybetmiştir. O vefat ettiğinde hamile olan eşi Selma, Abdülmuttalib'i dünyaya getirmiş ve saçlarındaki beyazlıktan dolayı kendisine Şeybe ismini vermiştir. Şeybe artık annesinin yanında ve dayısının eğitimiyle büyümeye başlamıştır. Şeybe, babasının vefatından sonra dünyaya geldiği için Mekke'deki akrabalarının onun varlığından haberdar değillerdi. Amcası Muttalib, Medine'de bir yeğeninin olduğunu öğrendiğinde Şeybe 7-8  yaşlarındadır. 

Yeğeninden haberdar olan Muttalib, hemen Medine'ye gelir. Şeybe'yi görünce onu kucaklar, öpüp koklar ve hasret giderirler. Dönerken de Şeybe'yi Mekke'ye götürmek ister. Önce anne Selma ve küçük Şeybe kabul etmezler ama Muttalib onları ikna eder ve Şeybe'yi alarak Mekke'ye döner. 

Mekke'dekiler henüz Şeybe'nin varlığından habersizdirler. Muttalib'in terkisinde bir çocuk görünce, onun bir köle olduğunu zannederek, Muttalib'in kölesi anlamında ona Abdülmuttalib derler. Bu isim artık Şeybe'nin bilinen ismi haline gelecektir.

Abdülmuttalib büyümüş, yetişkin bir adam olmuştur. Muttalib ölünce Mekke'nin liderliği makamına kendisi getirilmiştir. Artık omuzlarında ağır bir sorumluluk vardır. Artık o, Mekkelilerin kendisine baktığı, dünyevî işlerinde hakem tayin ettikleri ve ihtilaflı noktalarda çözüm adına kendisine başvurdukları güçlü bir liderdi.

Abdülmuttalib'in Zemzem Kuyusunu Tekrar Hayata Geçirmesi

Zemzem Kuyusu, Hz. Hacer, Safa ve Merve arasında koştururken, kundaktaki Hz. İsmail'in ayakları altından akmaya başlayan bir sudur. Bu su sayesinde insanlar bu bölgeye yerleşmeye başlamış ve Mekke hiç bir canlının olmadığı bir vadi iken, yerleşim yeri haline gelmiştir.

Mekke'ye hayat veren bu kuyu, Cürhümlülerin Mekke'ye liderlik yaptığı zaman -belki de yapılan zulümlerin bir neticesi olarak- kurumuştur. Huzaa ve Kinaneoğulları ile yaptıkları bir savaş sırasında da kurumuş olan bu kuyuya Cürhümlüler değerli eşyalarını atarak üzerini kapatmışlar, Hacerü'l-Esved'i de yerinden sökerek gömmüşlerdir. Bu şekilde zemzem kuyusunun yerin bilinmez hale gelmiştir.

Aradan yıllar geçmiş ve Abdülmuttalib, Mekke'nin reisi olmuştur. Bir gün Kâbe’nin gölgesinde ve Hıcr adı verilen yerde uyurken gördüğü bir rüya, onun için bir başlangıç olmuştur. Bir zat kendisine sesleniyor ve:

– Kalk! Tayyibe’yi kaz, diyordu. Hemen sordu:
– Tayyibe de ne?

Sorusuna karşılık, herhangi bir cevap alamamıştı. Ertesi gün yine uzanmıştı ki, aynı şahsın geldiğini gördü. Bu sefer:
– Madmûne’yi kaz, diyordu.
– Madmûne de ne, diye tekrarladı heyecanla.

Ancak, sorusu yine cevapsız kalmıştı. Üçüncü gün yine karşısında bulduğu zat, bu sefer kendisine:
– Zemzem’i kaz, diyordu.

Öncekilerde alamadığı cevabı, en azından üçüncü gün alabilmek için hemen sordu:
– Zemzem ne?
Bu sefer cevap geliyordu:
– Zemzem, hiç kesilmeyecek ve derinliğine inilmeyecek bir sudur. Onunla hacı kafilelerinin su ihtiyacını giderirsin. O, Kâbe’de kurban kanlarının döküldüğü yer ile diğer atıkların bırakıldığı yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagasıyla işaret edecek. Aynı zamanda orada şimdi, bir karınca yuvası da var!

Bütün bunlar onu, derin derin düşünmeye sevketmişti. Zira, Zemzem’in varlığından haberi vardı; çünkü Cürhümlüler, düşman istilasından kaçarken, ellerindeki bütün kıymetli eşyaları buraya atmış ve üzerini örterek gitmişlerdi. Ancak, onun yerini bilen kimse kalmamış ve bu sebeple de o, sadece aralarında anlatılan bir üstûre olarak kalmıştı. Ancak şimdi, olanca netliğiyle burası tarif ediliyor ve kendisine, hiç kesilmeyecek ve debisine de erişilemeyecek bir suyu çıkarması emrediliyordu. Bu kadar net bir tarif karşısında tepkisiz kalamazdı ve Abdulmuttalib de tarif edilen yere geldi. Aynen denildiği gibi alaca bir karga, bir mekana inip kalkıyor ve gagasıyla adeta bu yeri işaret ediyordu. Biraz daha yaklaşınca, karınca yuvasını da görmüştü. Artık, hiç tereddüdü kalmamıştı.

Ertesi gün, oğlu Hâris’i de yanına alarak buraya geldi ve Zemzem’i kazmaya başladı. Çok geçmeden, kuyunun ağzını örten büyük ve yuvarlak taş ortaya çıkmıştı. Kuyunun kapağını kaldırdıklarında, anlatılageldiği şekliyle onun, her türlü zinet eşyası ve kıymetli malzemeyle dolu olduğunu gördüler. Abdulmuttalib ve oğlu Hâris, bir taraftan bunları teker teker kuyudan çıkarırken, diğer yandan kuyunun altından gelen bir ıslaklık da kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık vakit tamamdı ve çok geçmeden Zemzem de ortaya çıkmıştı.

Kimseye nasip olmayan bir lütfa mazhar oluyorlardı. Elbette böyle bir lütuf, onu verene teşekkür etmeyi gerektirirdi ve işin burasında Abdulmuttalib:
– Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye başladı.

Bu heyecan, Kureyşlilerin de dikkatini çekmişti ve çok geçmeden Abdulmuttalib’in etrafında büyük bir halka oluşturuverdiler.

– Bu, atalarımız İsmail’in mirasıdır; bunda bizim de hakkımız var, bunlara, bizi de ortak etmen lazım, diyorlar ve kuyudan çıkan altın ve gümüşleri kendilerine de paylaştırmasını istiyorlardı. Tereddüt göstermeden Abdulmuttalib onlara: 

– Hayır! Bunu yapamam. Çünkü bu, sadece bana bahşedilmiş hususî bir durum, diye cevap verdi.

Ancak onlar ısrar ediyor ve:

– İnsaflı ol! Gerekirse seninle kavga etme pahasına da olsa peşini bırakmayacağız, diye onu tehdit ediyorlardı.

Hatta aralarından Adiyy İbn Nevfel öne çıkmış ve Abdulmuttalib’e:

– Nasıl olur! Sen yalnız bir adamsın. Yanında oğlundan başka kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, isteklerimizi yerine getirmezsin, diyor ve isteklerine boyun eğmesi konusunda adeta meydan okuyordu. Adiyy’in bu sözü, Abdulmuttalib’i derinden etkilemişti. Güç ve kuvveti sadece arkasındaki kişi sayısıyla değerlendiren bu adama, anladığı dilden bir cevap gerekiyordu. Onun için ellerini açtı ve yüzünü de semaya kaldırarak şunları söylemeye başladı:

– Yemin ederim ki, şayet Allah, bana on erkek evlat verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim!

Bu, içten gelen bir dua olduğu kadar aynı zamanda Beytullah’ın gölgesinde Allah’a verilmiş bir sözdü. Ancak, husumet devam ediyordu. İşin burasında Abdulmuttalib’in bir teklifi oldu:

– Aramızda hüküm vermesi için, istediğiniz birisini hakem tayin edelim!

Fena bir teklif değildi. Hem, istedikleri birisini teklif edebileceklerdi. Hiç tereddüt etmeden:

– Sa’doğullarının kâhini, dediler. Bu şahıs, Şam eşrafından sözü dinlenir birisiydi. Zaten, Abdulmuttalib için değişen bir şey olmayacaktı ve:

– Olur, diye başını salladı.

Daha sonra, yakın akrabalarını da yanına alan Abdulmuttalib ve ondan hak talep edenler, her kabileden birer temsilciyle birlikte yola koyulup Şam cihetine yöneldiler. Yol uzun ve şartlar çetindi. Ağırlıklı olarak yolda, çöl şartları hakimdi. Kaderin tecellisi ya, Hicaz’la Şam arasında bir yere geldiklerinde, Abdulmuttalib ve yanındakilerin suyu bitti. Çöl şartlarında suyun bitmesi, felaketin en büyüğüydü. Dişlerini sıkıp bir müddet daha devam etmeyi denediler, ama çöl bitip tükenme bilmiyordu. Çaresiz, o an için nizalı olsalar da beraber yürüdükleri Mekkelilerden su istediler. Ancak onların, su vermeye hiç niyetleri yoktu:

– Biz de çöldeyiz ve sizin başınıza geldiği gibi biz de susuz kalmadan korkuyoruz, diyorlardı. Onlardan bir fayda gelmeyeceği anlaşılmıştı. Bu sefer yanındaki akrabalarına döndü ve:

– Siz ne düşünüyorsunuz, diye sordu.

– Biz sana tâbiyiz. Sen ne dersen onu yapalım, diyorlardı.

Böyle bir durumda, ya durup ölümü beklemek veya çevreye açılarak su aramak gerekiyordu ve onlar da, ikincisini tercih ettiler. Su bulma adına son bir gayretle yeni bir hareket kararı aldılar. Devesinin yanına varan Abdulmuttalib, ayağa kalkan devenin altından, tatlı bir su kaynağının fışkırdığını görünce, Zemzem’in çıktığını gördüğü zamanki gibi bir heyecana kapılmış ve:

– Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye başlamıştı.

Hemen etrafında bir halka meydana getirdiler. Manzarayı gören herkes, dehşete kapılıyordu. Susuzluğun bu kadar yoğun bir şekilde konuşulduğu ve insanlarla hayvanların, susuzluktan kırılıp telef olma noktasına geldiği bir yerde, hele böyle kızgın çölün ortasında, aynı zamanda hemen toprağın üstüne kadar çıkan böyle bir suyun varlığı, gerçekten tekbir getirmeyi gerektirecek kadar açık bir inayetti.

Önce, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişleten Abdulmuttalib, hem arkadaşlarının hem de hayvanlarının susuzluğunu giderdi. Ardından da, beraberlerinde gelen ve susuzluk korkusuyla kendilerine su vermeyen Mekkelileri davet etti.

– Gelin de, Allah’ın bize lutfettiği sudan için ve hayvanlarınızı da sulayın, diyordu.

Herkes, birbirine bakıyordu. Gözlerine inanamıyorlardı. İmkansızdı bu. Ama olmuştu. Önce gelip sudan içtiler kana kana. Ardından da, hayvanlarını getirip onların ihtiyacını giderdiler. Bu kadar açık lütuf karşısında, biraz da mahcuplardı; kendilerinden su istediği halde vermedikleri Abdulmuttalib, tutmuş elindeki imkanı onlarla paylaşıyordu. Hallerinden, vicdanlarının devreye girdiği anlaşılıyordu. Çok geçmeden Abdulmuttalib’e yönelip şunları söylemeye başladılar:

– Allah’a yemin olsun ki ey Abdulmuttalib, hüküm bizim aleyhimize neticelendi. Vallahi de, Zemzem konusunda seninle asla husumet yaşamayacak, hak talep etmeyeceğiz. Şüphesiz ki sana Zemzem’i bahşeden de, bu çöl şartlarında şu suyu nasip eden Allah’tır.

Mesele artık tatlıya bağlanmış ve hakeme gitmeye de gerek kalmamıştı. Bir müddet dinlendikten sonra, geri dönüş için yola koyuldular ve katettikleri mesafeleri yeniden yürüyerek tekrar Mekke’ye geldiler.

Abdulmuttalib’in On Çocuğu ve Adağını Yerine Getirme Gayreti

Uzun bir süre liderlik görevini hakkıyla yerine getiren Abdulmuttalib’in, aradan geçen süre içinde on tane oğlu dünyaya gelir. On oğlunun da gürbüzleşip boy attığını ve kendisine arka çıkacak çağa geldiğini görünce, Zemzem’in ortaya çıkışındaki nezrini hatırlar ve bunu yerine getirmek için onlardan birisini kurban etmek ister. Zira, Allah’tan samimi bir yürekle talepte bulunmuş ve bu talebine cevap verildiği takdirde oğullarından birisini Kâbe’de kurban etmeyi adamıştı.

Şimdi ise, kabul görmüş duaya mukabil, bu adağın yerine getirilmesi gerekiyordu.

Önce oğulları Hâris, Zübeyr, Hacel, Dırâr, Mukavvim, Abduluzzâ (Ebû Leheb), Abbas, Hamza, Ebû Tâlib ve Abdullah’ı huzuruna toplayıp konuyu onlarla istişare etti. Babaları tarafından yapılmış bir adak olduğuna göre itiraz etmek olmazdı ve onlar kabul ettiklerini bildirdiler. Ancak, kurban edilecek olanın nasıl belirleneceği henüz belli değildi. İşin burasında Abdulmuttalib, her birinin birer ok almasını ve üzerine kendi ismini yazarak kendisine vermesini talep etti. Çok geçmeden, bu talep de yerine getirilmişti. Ardından, okları alarak Kâbe’deki Hubel putunun yanına giren Abdulmuttalib, getirdiği oklardan birisini çekti. Heyecanla okun üzerindeki isme baktı; ‘Abdullah’ yazıyordu. Abdullah onun, en çok sevdiği küçük oğluydu. Ancak, hüküm kesindi ve değiştirmek olmazdı. Dışarı çıktı ve önce sonucu ilan etti merakla bekleyenlere. Ardından da Abdullah’ın elinden tutarak, elindeki bıçakla birlikte adağını gerçekleştirmek için İsâf ve Nâile putunun yanına doğru yöneldi. İşin şakası yoktu. Zira onda, atası Hz. İbrahim gibi bir teslimiyet hâkimdi.

Yüzyıllardır yolu gözlenen bir Nebi’nin dedesinden beklenen bir metanetti bu ve gerçekten de Abdulmuttalib, ciddi ciddi oğlunu kurban etmek için kollarını sıvamış, sözünü tutma adına kendine düşeni yapıyordu. Oğlu Abdullah’da da, Hz. İsmail gibi bir tevekkül hakimdi.

Bunu gören Kureyş ileri gelenleri, hızla yanına yaklaştılar ve:

– Sen ne yapmak istiyorsun ey Abdulmuttalib, dediler.

Gayet sakin bir ses tonuyla:

– Onu kurban edeceğim, diyordu. Araya girdiler ve:

– Sakın bunu yapma! Çünkü bu, yapılacak bir şey değil; mazeretini kullan! Zira, burada bugün senin bunu yapman, bundan sonra insanların gelip burada çocuklarını kurban etmeye başlamaları anlamına gelir. İnsanların kökünü mü kesmek istiyorsun, diye çıkıştılar.

Fakat bütün bunlar, verilen sözün yerine getirilip getirilmemesi konusunda bir çözüm önermiyordu. Abdulmuttalib, ikna olmamıştı. Aralarından birisi ileri atıldı ve şöyle bir teklifte bulundu:

– Kesinlikle onu kurban etme! Çünkü sen bu konuda mazursun. Dilersen, onu kurban etmek yerine, mallarımızı ortaya koyalım ve fidye karşılığında onu kurtaralım.

Bu teklif de Abdulmuttalib’e sıcak gelmemişti. Bir başkasının sesi yükseldi kalabalıktan:

– Sakın bunu yapma! İstersen onu Hicaz’a götür. Oradaki meşhur bilgeye durumu arz et ve onun göstereceği yolda yürür; ‘kurban et’ derse kurban eder, bir başka yol gösterirse onu yerine getirir ve böylelikle nezrini yerine getirmiş olursun.

Bu teklif, Abdulmuttalib’in aklına yatmıştı. Elindeki bıçağı bir kenara bıraktı ve yanına aldığı bir heyetle birlikte bu bilge zatın yanına gitti. Onu Hayber’de buldular ve önce, başlarından geçenleri anlattılar bir bir. Ardından da, kendileri için bir çözüm bulması talebinde bulundular. Bilge zat:

– Bugün gidin ve bana haber geldiğinde yeniden gelin, dedi.

Mecburen ayrıldılar yanından. Gece boyunca dualarla sabahladı Abdulmuttalib. Hayırlı bir sonuç çıkması için Rabbine dua dua yalvarıyordu. Ertesi gün yeniden ve heyecanla bu şahsın kapısını çalıyorlardı. Açılan kapıdan, çözüm adına bir alternatifin geleceği seziliyordu. Önce:

– Sizin aranızda diyet miktarı nedir, diye sordu bilge.

– On deve, cevabını verdiler.

– Öyleyse şimdi memleketinize gidin ve kurban edilecek şahsı da on deveyi de ortaya koyun. Sonra da her ikisi için kur’a çekmeye başlayın. Şayet kur’a, delikanlının adına çıkarsa bu işlemi tekrarlayın. Ne zaman ki kur’a, develerin kurban edilmesi istikametinde çıkar, bilin ki Rabbiniz bu işten razı olmuş demektir. İşte o zaman siz de, arkadaşınızı kurban edilmekten kurtarmış olursunuz.

Güzel bir teklifti. Aynı zamanda bu teklifi yapan, herkes tarafından otorite kabul edilen bir makamdı ve hiç vakit geçirmeden yeniden Mekke’nin yolunu tuttular.

Bilgenin tavsiye ettiği şekilde işe koyulmadan önce Abdulmuttalib, yine Rabbine yöneldi ve atacağı adımların hayırlı sonuçlar doğurması için dua dua yalvardı. Ardından da, oğlu Abdullah ile on deveyi ortaya koyarak kur’a işlemine geçtiler. Abdulmuttalib, yine bir kenara çekilmiş, gönlünden gelen samimi hisleriyle Allah’a yalvarıyordu.

İlk kur’a, Abdullah’a çıkmıştı. On deve daha ilave ederek işlemi tekrarladılar; kur’ada çıkan yine Abdullah’tı. Her defasında on deve daha ilave ederek bu işlemi dokuz defa tekrarladılar ve dokuzunda da sonuç Abdullah’ın aleyhine tecelli etti. Nihayet, on deve daha ortaya koyup develerin toplamı 100 rakamına ulaştığında çekilen kur’ada sonuç, develer istikametinde tecelli edince, önce sevinçle göz göze geldiler ve ardından da Abdulmuttalib’e dönerek:

– Artık Rabbin rızası kazanılmış oldu ey Abdulmuttalib, dediler. Ancak Abdulmuttalib, daha temkinliydi ve bu işlemi üç kez daha tekrarladılar. Her defasında da kur’a Abdulmuttalib’in lehine çıkmıştı. Bütün bunlar, bir değer ifade ediyordu ve artık, yüz deve karşılığında Abdullah’ın kurban edilmekten kurtulması konusunda kalpler mutmain olmuştu. Nihayet, yüz deveyi orada kurban ederek, samimi bir yürekle Rabbe verilen söz de yerine getirilmiş oluyordu.

Yıllar sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkacak ve kendisine:

– Ey iki kurbanlığın oğlu, diye seslenen bir bedeviye dönecek ve bunu tasdik edercesine:
– Ben, iki kurbanlığın oğluyum, diyecekti. Zira, Hz. İsmail gibi babası Hz. Abdullah da, bıçak altına yatmış, tevekkülde nasıl zirveleştiklerini fiilen göstermişti.