Peygamberimizin Şam Yolculuğu ve Rahip Bahira İle Karşılaşması

Peygamber Efendimiz, küçük yaşta yakınlarını teker teker kaybetmiştir. Elbette bunda Allah Teala'nın büyük hikmetleri ve lütufları vardır. Daha doğmadan önce babasını, altı yaşlarında iken annesini daha sonrada dedesini kaybetmiştir.

Dedesi Abdülmuttalib, vefat etmeden önce onu amcası Ebu Talib'e emanet etmiştir. Ebu Talib de Peygamberimizi çok sevmiş ve onu kendi çocuklarından ayırmamıştır. Hatta kendi çocuklarından daha farklı bir konumdadır Ebu Talib'in gözünde Peygamberimiz. Çünkü Peygamberimiz, onun evine geldikten sonra gerçekleşen değişikliklerin, evinin ayrı bir huzurla dolmasının ve onunla birlikte gelen bereketin farkındadır.

Normalde fakir birisi olan Ebu Talib'in evi, Peygamberimizin bereketi ile dolmuştur. Normal zamanlarda sofradan karnı doymadan kalkan ev halkı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sofrada olduğu zaman doyuyor ve yemekler artıyordu. Bunun farkında olan Ebu Talib de Peygamberimiz olmadan sofraya oturmak istemiyordu. 

Peygamberimiz de yaşıtlarına göre çok olgun davranıyor, yokluğu, açlığı ve tokluğu sorun yapmıyordu. Çoğu zaman gidip zemzem içiyor, birileri bir şey ikram etmek istediği zaman da karnının tok olduğunu söylüyordu. 

Yaşadıkları bu samimi atmosfer Ebu Talib ve Peygamberimiz'i birbirine daha da yakınlaştırmıştır. Hem de Ebu Talib'in gözü peygamberimizin üzerine titriyordu. Çünkü o hem kardeş ve baba emanetiydi, hem babasının bu konudaki vasiyetleri vardı, hem de bir çok bilgin onun hakkında önemli şeyler söylüyor ve onu kötü niyetli din alimlerinden koruyun diyorlardı. Bu kadar insanın söyledikleri yabana atılamazdı ve Ebu Talib de bu yüzden ona çok dikkat ediyordu.

Ebu Talib, bir taraftan da ticaret hayatına devam ediyor, yolculuklar yapıyordu. Bazen Peygamberimizi de yanına alıyor, onu geleceğe hazırlamaya çalışıyordu. Peygamberimiz, o gittiğinde Mekke'de kalırsa koyun otlatıyor ve hayatı öğreniyordu. 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Şam Yolunda

Bir gün Ebû Tâlib, Şam taraflarına gitmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Bunu duyan yeğeni Muhammed, boynunu bükmüş ve kendisinin de amcasıyla beraber gitme arzusunu dile getirmişti. Ebû Tâlib’i duygulandıran bir tabloydu bu ve Ebu Talib:

– Vallahi de O’nu almadan gitmeyeceğim; bundan sonra ne ben O’ndan ayrı kalacağım ne de O’nun benden uzak kalmasına müsaade edeceğim, diye ahdetti.

Onun bu ahdini duyan Efendiler Efendisi’nde ayrı bir sürur hakimdi. Ticaret için ilk defa Mekke dışına çıkacak, hangi şehirlerden geçecek, kim bilir kimlerle tanışacak ve yol boyunca kim bilir ne türlü olaylara şahit olacaktı...

Derken, ayrılık vakti geldi ve hareket eden kervanla birlikte, amca-yeğen de geride kalanlarla vedalaşıp yola koyuldular. Uzun ve yorucu bir yolculuktu. Zaman zaman dinlenip ihtiyaçlarını gideriyorlar ve bir müddet sonra yeniden yola koyulup Şam’a doğru ilerliyorlardı. Nihayet, Kudüs’le Şam arasında bulunan Busrâ denilen şehrin yakınlarına geldiklerinde, yeniden mola vermiş ve dinlenmeye durmuşlardı.



Bu gün Suriye sınırları içerisinde bulunan, başkent Şam'a 120 km. civarında bulunan Busra şehri.

Kervandakiler dinlenmeye başlamışlardı ki, uzaktan heyecanla birisinin kendilerine doğru geldiği görüldü. Görünüş itibariyle dağınık ve dünyadan kopmuş bir hâli vardı gelenin. Bunun için kervandakiler, gelenin kendileriyle ilgisinin olabileceğine hiç ihtimal vermemiş ve kendi hallerinde dinlenmeye devam ediyorlardı. Ne zaman ki bu şahıs yaklaşıp kendilerine:

– Şu manastırdaki Rahip Bahira sizi yemeğe davet ediyor, dedi.

Oradakiler konunun kendileriyle ilgili olduğunu anladılar; ama bu davetin sebebi konusunda hâlâ herhangi bir bilgileri yoktu.

Bahira, dünyadan elini-eteğini çekmiş, geri kalan hayatını manastırda Rabbine kullukla geçiren bir rahipti. İyi bir Hristiyan âlimiydi. Hatta, önceden Yahudi iken daha sonraları Hristiyanlığı seçmiş ve bununla da kalmayıp din konusunda derinleşerek zamanının parmakla gösterilen insanlarından biri hâline gelmişti. İçinde bulunduğu kilisede, rahipler arasında elden ele dolaşan tarihî bir kitap vardı ve bu kitabı okuyup anlayabilen birkaç kişiden birisi de şüphesiz o idi. Dünyadan elini eteğini çekmiş, kilisede ruhban hayatı yaşıyordu. Onun için, ne ticaret için gidip-gelenlerin, ne de mal ve mülk adına ortaya konulan gayretlerin bir değeri vardı!..

Ancak, olacak ya, bir aralık küçük dehlizlerden (pencereden) dışarıya gözü kayıvermişti. Her zaman olduğu gibi yine bir kervan geliyordu. Yalnız bu kervanı, öncekilerden ayıran bir başka özellik daha vardı; kervanla birlikte bir bulut, yolcuları takip ediyor ve kızgın güneşin yakıcılığından onları koruyordu. Zihninde şimşekler çakıvermişti… Bulut… Gölgeler… Ahir zaman… Son Nebi… Ahmed… Tarihi kitap…

Birer yıldırım hızıyla hafızasında beliren bu konular, onun kervana olan ilgisini daha da artırmıştı. Yoksa, kısmet ayağına mı geliyordu? Ya gerçekten öyleyse! O zaman, hâlâ burada miskin miskin durmanın ne anlamı olabilirdi ki?

Dünyaya pencerelerini kapatan bu ihtiyar, birden gençleşmiş ve o güne kadar hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başlamıştı… Yıllardır kaybedip de artık bulmaktan ümidini kestiği bir yitiğini bulmanın sevinci vardı gözlerinde. Yoksa, dizinin dibine kadar gelen, Fârân dağlarında zuhûr edecek olan Faraklit miydi?

Kervan üzerinde bulutlar bir noktaya yoğunlaşmış, altındaki şahsı güneşten koruyorlardı. Hatta kervan mola verince bu şahıs, belli ki bir ağacın altında istirahate çekilmek istemiş ve onunla birlikte bulut da ağacın üzerine gelerek O’nu gölgelemeye devam etmişti. Ağacın dalları dahi hareketlenmiş, aralarından güneş ışınlarının geçmemesi için ve alttaki Zat’ı, sıcağın etkisinden koruma adına birbirlerine kenetlenmişlerdi.

Görüp durduklarının okuyup bildikleriyle herhangi bir alakasının olup-olmadığını anlayabilmek için daha yakın olmak gerekiyordu ve işte bunun için Bahira, alelacele kervana ulaşmış, onlara şöyle sesleniyordu:

– Ey Kureyş cemaati! Şüphesiz ki ben size bugün, bir yemek tertip ettim ve küçük-büyük, köle-hür hepinizin bu yemeğe gelmenizi arzu ediyorum.

Şaşırmıştı kervandakiler!.. Zira, buradan çok gelip geçmişlerdi ama manastırdaki bir rahibin... Hele Bahira’nın kendileriyle ilgilendiğine hiç şahit olmamışlardı. Aralarından birisi öne atıldı ve:

– Allah’a yemin olsun ki ey Bahira! Bugün sende ayrı bir gariplik var; daha önceleri sen böyle şeyler yapmazdın, dedi.

– Doğru söylüyorsun, diye cevapladı Bahira ve devam etti:

– Aynen dediğin gibi, bugün bir gariplik var. Fakat sizler misafirlersiniz. Size yemekler yapıp ikramda bulunma arzum nüksetti birden. Gelip hep beraber bu sofranın etrafında toplanın ve yiyin ondan.

Bu kadar samimi bir davete icabet etmemek olur muydu hiç? Hem, haftalardır yol yürümüşler, işin doğrusu böyle bir daveti özlemişlerdi. Bunun için, kervandaki işini toparlayan, kilisenin yolunu tutuyordu. Beri tarafta da, kilise sakinleri harekete geçmişti ve kervana ikram edilmek üzere mükellef bir sofra hazırlanıyordu.

Herkes gelmişti: ama esasen Rahip Bahira’yı ilgilendiren manzara hâlâ kervanın yanında duruyordu. Gelenler arasında da, henüz aradığı simayı görememişti. Merakından çatlayacak gibiydi ve fazla dayanamadı:

– Ey Kureyş topluluğu! Sizden kervanın yanında kalıp yemeğe gelmeyen birisi kaldı mı? Buraya gelmeyen birisi var mı orada acaba?

– Yemeğine icabet etmesi gerekip de gelmeyen kimse kalmadı. Ancak küçük bir çocuk hariç, dediler. Ve:

– O, yaş itibariyle en küçüğümüzdü ve eşyalarımıza gözkulak olsun diye bıraktık O’nu, diye de ilave ettiler.

– Öyle yapmayın, dedi Bahira ve ilave etti:

– O’nu da çağırın ve yemeğe sizinle birlikte O da gelip katılsın.

Küçük bir çocuk bile olsa O da gelmeliydi ve İnsanlığın Emini de davet edildi. Aralarından birisi, koşarak kervanın olduğu yere gelmiş ve gözlerin aradığı Zât’ı da yemeğe davet etmişti. Artık O da geliyordu. O’nun yerinden kalkması ve kiliseye doğru hareket etmesiyle birlikte üzerinde kendisine gölgelik yapan bulut da hareket etmişti ve davet edilen mekâna doğru ilerlemekteydi.

Şimdi olmuştu. Bahira’nın kanaati, artık biraz daha belirginleşmiş, çözüm bekleyen sorularına cevap bulacağı ümidiyle heyecandan kalbi duracak gibi olmuştu. Hele, yanına gelip de nur cemalini gördüğünde, artık bütün tereddüt ve şüphelerinden arınmış; meseleyi çözmüştü. Gözleri Muhammed’in üzerinde kilitlenmişti adeta. Uzun uzadıya süzdü önce. Baştan aşağıya üzerinde gezdirdi gözlerini ve aradığını bulmanın sevinci kapladı bütün bedenini. Hiç şüphe yok ki bu, kadim kitapların müjdesini verdiği Ahmed’den başkası değildi!

Bir taraftan da yemekler yenmişti ve artık insanlar yavaş yavaş hareketlenmekteydi. Ya, konuşamadan giderse?.. Ne yapıp edip, O’nunla konuşmalı, fiziki şartların ortaya koyduğu sonucu bir de kendisiyle konuşup görüşerek pekiştirmeliydi. Bir fırsatını buldu ve yaklaştı yanına:

– Ey delikanlı, dedi ve ilave etti:

– Sana bazı sorular soracağım. Ancak Lât ve Uzzâ hakkı için sadece sorduklarımın cevabını vereceksin bana.

Ancak İnsanlığın Emini, soruda kullanılan bazı isimlerden rahatsız olmuştu ve:

– Bana Lât ve Uzzâ ismini vererek soru sorma. Allah’a yemin olsun ki ben, onlara kızdığım kadar başka hiçbir şeye kızmıyorum, diye tepki gösterdi.

Zaten Bahira da, Kureyş’in genelde bu iki put üzerine yemin ettiklerini duyup bildiğinden dolayı öyle söylemiş ve böylelikle belki de, İnsanlığın Emini’nin putperestlik hakkındaki tepkilerini ölçmek istemişti. Aradığını buluyordu. Rahip için emarelerin her biri, bir diğerini destekler mahiyetteydi ve daha da rahatlamıştı. Farkına vardığı farklılık, aşikâr ve açıktı.

– Öyleyse, Allah adına bana söz ver ve sadece sorduklarıma cevap ver, diyerek soracağı sorulara zemin hazırladı. Gelen cevap Bahira’yı daha da rahatlatacaktı:

– İstediğini sor.

Artık Bahira, uykusundan rüyalarına, gündelik yaşayışından isteklerine kadar birçok şey sordu Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem). Bahira soruyor, Allah Resûlü de sühûletle cevaplıyordu. O kadar netti ki; her şey, kitaplarda gördüğü gibi cereyan ediyordu. İşin kelam boyutu tamamlanmış ve bütün emareler, muhatabının O olduğunu haykırmıştı. Geriye, sadece risalet mührü kalmıştı. Onu da görmek istedi. Ancak, edep insanı Allah Resûlü, sebebini bilmeden öyle herkese sırtını açıp omzunu gösterecek değildi. Başka çare olmadığını gören Bahira, çaresiz fısıldadı kulağına. O da, meraklı ihtiyarı daha fazla bekletmedi. Belki de tam, ‘Göremeden gidiyorum.’ derken bu kadar yakınında kendisini O’nunla şereflendiren Rabbine gönlünden gelerek hamd ediyordu.

Artık tereddüt edecek en ufak bir nokta kalmamıştı. Tarihî bir vazifesi daha vardı ve o da, kendi çapında bu vazifesini yerine getirecekti. Bunun için de, Amca Ebû Tâlib’e yöneldi:

– Bu çocuğun sen nesi oluyorsun?

Araplarda amca ve dede, babanın olmadığı yerde baba yerine geçerdi ve buna dayanarak Ebû Tâlib de:

– Babası, cevabını verdi.

Tam bu ana kadar her istediğini beklediği şekilde bulan Bahira, bir anda irkilmiş ve Ebû Tâlib’den beklemediği bir cevap almıştı. Bir müddet duraksadı ve beklemediği bu cevaptan dolayı başını, şiddetle iki yana doğru sallamaya başladı. Hal diliyle sanki, “Hayır, bu olamaz!” diyordu. Zira onun bildiklerine göre, bu çocuğun babası, daha O dünyaya gelmeden vefat etmiş olmalıydı.

– Hayır, bu çocuğun babası sen olamazsın. Zira, bu çocuğun babası, bugün yaşıyor olamaz. Daha O dünyaya gelmeden vefat etmiş olmalıdır, dedi.

Zaten Ebû Tâlib de, amca olması yönüyle ve o an için velayetini taşıdığı için bu cevabı vermişti. Dolayısıyla, Ebû Tâlib için gerçeği söyleme zamanıydı artık ve:

– O, benim kardeşimin oğlu, dedi bütün soğukkanlılığıyla.

Ebû Tâlib sorulardan endişelenmeye başlasa da, Bahira sormaya devam ediyordu:

– Peki, babası ne yapıyor?

Kestirmeden cevapladı Ebû Tâlîb:

– Annesi O’na hamile iken vefat etti.

İşte şimdi olmuştu. Bahira için, inkitaa uğrayan tarihi bilgilerle karşılaştıklarını kıyaslama işi yeniden rayına girmişti ve:

– İşte şimdi doğruyu söyledin, deyiverdi Ebû Tâlib’e. Arkasından da, amca Ebû Tâlib’i bir kenara çekecek ve ona, ciddi ciddi şunları söyleyecekti:

– Kardeşinin oğluyla sen, geldiğiniz yere, memleketinize geri dönün. Bu çocuk konusunda, buradaki hasetkâr din bilginlerine karşı dikkatli ol. Allah’a yemin olsun ki, şayet benim gördüklerimi onlar da görür ve sıfatlarından O’nu tanırlarsa, bu delikanlıya bir kötülük yaparlar. Çünkü senin kardeşinin bu oğlu için, dünya çapında büyük bir hadise olacak. Geldiğiniz yere dönmekte acele et.

Yılların tecrübesiyle konuşan rahipten bu nasihati alan Ebû Tâlib de, babasının kendisine vasiyet ederek emanet bıraktığı yeğeninin başına bir şey gelmemesi için hemen dönüş kararı alarak; önce yanında getirdiği malları Busrâ’da satmış ve ardından da yeğenini de yanına alarak Mekke’ye doğru yola koyulmuştur.