Peygamberimizin Göğsünün Yarılması: Şakkı Sadr

Peygamberimiz daha doğduğu andan itibaren adeta Allah onun peygamber olacağını dünyaya duyururcasına mucizelerini göstermeye başlamıştır. O doğduğu anda olağanüstü olaylar olmuş, Kabe'deki putlar devrilmiş, asla yıkılmaz diye ün salmış olan Kisra'nın saraylarının 14 tane burcu devrilmiş, Ateşgedelerin bin yıllık hiç sönmeyen ateşleri sönmüş, Save gölü kurumuştu.

Allah Teala sanki daha o gelmeden, gelecek peygambere zemin hazırlıyordu. Ancak Hz. Peygamber'in kendisinin de peygamber olacağı günlere hazırlanması gerekiyordu. Bu hazırlık da daha Peygamberimiz doğmadan önce başladığı gibi, o doğduktan sonra da devam etmiştir. Peygamberimiz doğduktan sonra Süt Annesi'i Halime'nin yanındayken gerçekleşen göğsünün yarılıp, kalbinin çıkarılarak zem zem ile yıkanması hadisesi de bunlardan bir tanesidir. Bu olaya "Şakkı Sadr" denilmektedir. 

Şimdi kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla şakkı sadr olayını anlamaya çalışalım.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), Beni Saad yurdunda süt annesinin yanında olduğu zamanlardaydı. Süt kardeşleri ile birlikte oynuyor, onlarla beraber kuzuları otlatıyordu. Yine böyle bir gün, evin arka taraflarında kuzularla birlikte oynarlarken süt kardeşi Abdullah, nefes nefese koşarak anne Halîme’nin yanına geldi. Heyecanla:

– Şu Kureyşli kardeşim var ya, O’nu beyaz elbiseli iki adam aldı ve yere yatırarak karnını yardı; sonra da üst üste koyarak kapattılar, diyordu.

Gelenler, birisi Cebrail olmak üzere iki melekti ve Allah Resûlü’nün kalbini açarak onu zemzemle yıkayacaklardı.

Anne-babayı ciddi bir endişe kaplamıştı. Koşarak tarif edilen yere geldiler. Gerçekten de küçük Muhammed, yüzünün rengi solmuş bir vaziyette ayakta bekliyordu. Yüreği ağzına gelmişti Halîme ve Hâris’in. Önce anne Halîme, ardından da Hâris kucaklayıp sinesine sardı ve:

– Sana ne oldu ey oğulcuğum, dediler.

– Beyaz elbiseli iki adam geldi. Birisinin elinde içi kar dolu altından bir tas vardı. Sonra beni alıp yere yatırdılar. Göğsümü açarak kalbimi çıkarıp ikiye ayırdılar. İçinden siyah bir nesne çıkarıp onu attılar ve kalbim tertemiz oluncaya kadar karnımı buzlu karla yıkadılar. Sonra onlardan birisi diğerine:

– Bunu, ümmetinden on kişiyle tart, diyordu. On kişiyle beni tarttılar ve ben ağır geldim. Ardından:

– Yüz kişiyle tart, diye tekrarladı. Yüz kişiyle tartıldım ve yine onlara ağır geldim. Bu sefer de:

– O’nu ümmetinden bin kişiyle tart, dedi. Bin kişiyle de tartıldım ve yine ağır geldim. Bunu da görünce adam:

– O’nu kendi haline bırak! Allah’a yemin olsun ki, şayet O’nu bütün ümmetiyle tartsan, yine O hepsine üstün gelir, dedi.

Karı koca, bu gelişmelerden çok endişelenmişlerdi. Eve döner dönmez Hâris:

– Ey Halîme! Bu çocuğun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyorum. İstersen, sağ-salim bunu götürüp ailesine teslim et, dedi.

Halîme de farklı düşünmüyordu. O’nun vesilesiyle hiç olmadıkları kadar berekete mazhar olmuşlardı; ama şimdi iş beklemedikleri bir seyre girmiş ve tanıyıp görmedikleri birileri O’nunla ilgilenmeye başlamıştı. İşin nereye varacağını kestirme imkânı yoktu. En iyisi, hiç riske girmeden emaneti sahibine teslim etmekti. Bunun için hemen yola koyuldular.

Kapısını çaldıklarında Âmine, karşısında gördüğü Halîme’ye:

– Seni buraya hangi sebep getirmiş ola ki! Daha düne kadar O’nu götürüp, ‘Yanımda kalsın.’ diye ısrar eden sen değil miydin, diyerek gelişmeler karşısındaki taaccübünü dile getirdi.

– Evet, bu oğulcuğum sebebiyle çok şeye mazhariyet yaşadım ve üzerime düşeni yerine getirmek için çok gayret ettim. Ancak, O’nunla ilgili olarak bazı korkularım var; senin de sevineceğini düşünerek O’nu sana geri getirdim, diye cevapladı Halîme.

Ancak bunlar, Âmine gibi bir anneyi tatmin edecek cevaplar değildi. Onun için:

– Sana neler oluyor, bana bu konuda doğru söyle! Olup bitenleri anlatmadıkça seni bırakacak değilim. Yoksa O’nun için şeytandan mı korkup endişe duyuyorsun, diyerek önünü açmaya çalıştı.

– Evet, dedi.

– Hayır, bu imkânsız, diye tepki verdi önce Âmine.

– Vallahi de şeytanın O’na bir zararı dokunamaz. Şüphesiz benim oğlumun durumu çok ciddidir. Hem, O’nun haberini ben sana anlatmamış mıydım, diye de ilave etti. Yine:

– Evet, anlatmıştın, dedi sessizce Halîme. Bir kez daha anlatma lüzumu duydu Hz. Âmine:

– Ben O’na hamile olduğum zaman, bedenimden bir nur çıktığını ve bu nurla, Şam beldelerindeki Busrâ saraylarının aydınlandığını gördüm. Sonra, O’na hamile olduğumda, hiçbir zaman hamile bir kadının yaşayabileceği zorluklarla karşılaşmadım. O’nu doğurduğumda da, ellerini yere koymuş; başını da semaya kaldırmıştı. Madem öyle, peki bırak O’nu ve güvenle beldene geri dön, dedi.

Böylelikle Peygamber Efendimiz'in Sa’doğullarındaki hayatı noktalanmış ve Süt annenin yanından öz annesinin yanına evine dönmüş oluyordu.