İlk Vahiy

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kırk yaşına gelmişti. Sık sık Hira mağarasına giderek kendini uzlete kapatıyor, Mekke'nin manevi buhranlarından uzaklaşıyor ve sık sık rüyalar görüyordu. Bu rüyalar sanki ona gaybdan haberler veriyor gibi gördükten sonra da hep gerçekleşiyordu. Son altı ay içerisinde bu rüyalar daha da sıklaşmıştı. Şehirden uzaklaştığı zamanlarda, yalnız başınayken de bazı sesler duyuyordu. Bu sesler "Selam sana Ey Allah'ın Resulü!" diyordu. Dönüp sesin kaynağına baktığında ise ağaçlar ve taşlardan başka kimseyi göremiyordu. (Bu olayların ayrıntıları için tıklayınız.) Bu günlerine şahit olan ve ona en çok destek veren de Hz. Hatice Validemiz'di.

610 yılı Ramazan ayı içerisinde bir pazartesi günüydü. Peygamberimiz yine Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'ndaydı. Artık gök ve yerin buluşma zamanı gelmişti. Cebrail gelecek ve Hz. Muhammed'e risalet vazifesini açık bir şekilde tebliğ edecekti. İki emin bir araya gelecekti. Birisi göklerin emini Cibril-i Emin, diğeri yerlerin emini Muhammedü'l-Emin.

Ancak henüz Muhammedü'l-Emin, Cebrail'i tanımıyordu. Bir düşünün! Gecenin karanlığında, bir dağın zirvesinde, mağaranın içindesiniz. O uzlet hayatında maneviyatın derinliklerine daldığınız bir an. Gökler adeta bir perde gibi sıyrılıp açılıyor. İçinden kendi suretiyle görünen bir melek, kanatları tüm gökyüzünü kaplamış. İlk defa gördüğünüz bu Melek, yanınıza geliyor ve sizi yakalıyor. Kucakladığı anda kemiklerinizin çıtır çıtır seslerini duyuyorsunuz. Belkide peygamberlerden başka hiçbir beşerin dayanamayacağı bir an. Yani peygamberlik sanıldığı gibi kolay bir şey değil. Dünyanın en zor işi.

Göklerden gelen Emin, Yerlerin Eminini kucakladı, sonra bıraktı ve "Oku" dedi. Bu öyle bir kucaklamaydı ki kemiklerin çıtırtısı duyuluyordu. Bununla beraber ne okunacaktı. Ortada okunacak bir şey yoktu ve kendisine oku denilen Hz. Muhammed okumayı da bilmiyordu. Buna rağmen kendisini sımsıkı kucaklayan melek "oku" diye emrediyordu. 

– Ben okuma bilmem ki, diye cevap verdi.

Cebrail yaklaştı ve tekrar kucakladı. Hz. Muhammed'in takati kalmayıncaya kadar sıkıyor, sonra da bırakıyordu. Sonra tekrar "oku" dedi.

Peygamberimiz yine aynı cümleyi tekrarladı.

– Ben okuma bilmem ki!

Bu işin arkasında başka bir iş var gibiydi. Göklerden gelen bir melek okumasını bilmeyen birisini sıkıyor ve oku diye emrediyordu. Ne okuyacaktı. Hiçbir şey anlamıyordu. Cebrail yine yakalamış ve sıkıyordu. Bıraktı ve yine aynı emir "oku"

– Ben okuma bilmem ki!

Artık iş çözülecek ve okunacaklar da bir bir öğretilecekti. Cebrail bu sefer şöyle devam etti.

Yaratan Rabbinin adıyla oku! O ki, insanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku ki, o Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ve insana bilmediği şeyleri öğretendir O. (Alak 1-5)

Bunlar, yeni gelecek din olan İslam'ın ilk vahiyleriydi. Cebrail'in açıkça getirdiği ilk haberler. Peygamberimizin duyduğu ilk kelimeler ve peygamber olacağını anladığı zamandı.

Peki ne okunacaktı. Okuma yazma bilmeyen birisine ve okuma yazma bilenin neredeyse yok denecek kadar az olduğu bir topluma kutsal emirlerin ilki "oku" şeklinde geliyordu. Büyük bir trajedi gibiydi..

Ancak okunacak şeyler aslında her yerdeydi. Allah'ın varlığını gösteren her bir şey, var olan her bir atom, elektron, nötron dahi okunmaya değerdi. Çünkü galaksilerden, atomlara kadar her şey kendi lisanı ile Allah'ı anlatıyor ve onun dilini öğrenip okumak gerekiyordu. Bu yüzden Allah'ın ilk emri oku şeklinde geliyordu. Ve bunların hepsi zamanla Kur'an'ın rehberliği ile okunacak birer kitap haline gelecekti. Ayrıca bu ayetlerin devamı da gelecek ve onlarda okunacak bir Kur'an'ı oluşturacaktı. Bunu da okuma emri vardı elbette ilk vahiylerde.

Peygamberimiz, hemen kendisine nazil olan bu beş ayeti tekrar etti. Onun tekrarı ile kalbine ve diline ayetlerin yerleştiğini gören Cebrail, bir anda ortadan kaybolmuştu. Meleğin kaybolması ile Peygamberimiz kendisiyle baş başa kalır ve ilk anda yaşadığı şokun etkisi geçtikçe daha da bir dehşete düşmektedir. Çünkü ilk şoku atlattıkça olup bitenleri düşünmekte ve anlamaya çalışmaktadır. Yaşadıklarının dehşeti daha da benliğini sarmaya devam etmektedir. Bu yüzden ilk etapta şairlerin yaşadığı gibi kendisinin de bir cinlenme yaşayıp yaşamadığını düşünmüştür. 

Bu düşünceler içerisinde telaşla hemen bulunduğu Hira Mağarasını terketti Efendimiz. Hızlı şekilde Nur dağından aşağı iniyordu. Bu esnada, semada bir sesin yankılandığına şahit oldu:

– Yâ Muhammed! Sen, Allah’ın Resûlü’sün, ben de Cibril!

Mübarek başını semaya kaldırdığında, bütün ihtişamıyla karşısında Cebrâil duruyor ve aynı şeyi tekrar ediyordu:

– Yâ Muhammed! Sen, Allah’ın Resûlü’sün, ben de Cibril!

Adeta, olduğu yere çakılıp kalmıştı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); ne bir adım ileri atabiliyor ne de geri dönüp gidebiliyordu. Öylece bir müddet bekledikten sonra nihayet başını hareket ettirmeye başlamıştı. O da ne? Yöneldiği her bir yanda aynı manzara vardı! Her bir cihetteki ufku bütünüyle Cibril-i Emîn kaplamış öylece duruyordu. Cebrail asli suretindeydi ve tüm gökyüzünü kaplamıştı. Sonra Cebrail ortadan kayboldu ve Peygamberimiz hızla yoluna devam ediyordu.

Ancak gariplikler sona ermemişti. Bu sefer de her taraftan

Allah’ın selamı Senin üzerine olsun yâ Resûlallah, diye sesler geliyordu.

Bu seslerin geldiği tarafa yöneliyordu, ama hiç kimseyi göremiyordu. Çok geçmeden anladı ki, karşılaştığı her bir ağaç ve taş, O’nun önünde temenna duruyor ve kendisine selam verip açıkça risaletini tasdik ediyordu. Bu haldeyken evine ulaştı.

– Beni örtün! Beni örtün, diye vefalı eşinden üstünü örtmesini istedi.

Daha sonra da mübarek başını Hatice Validemizin dizine koydu. Dikkatlice gelişmeleri izleyen metanetli kadın, şefkat dolu sesle:

– Ey Ebâ Kâsım! Nerelerdeydin? Allah’a yemin olsun ki, ardından adamlarımı gönderdim, Mekke’de bakmadık yer bırakmadılar; ama Senden bir haberle geri dönemediler, diye Efendisi’ne olan muhabbetini dile getiriyordu. Bir aralık Efendiler Efendisi:

– Kendimden korkuyorum ey Hatice! Bir zararın gelmesinden endişeleniyorum, deyince, yine aynı teselli kaynağı olan kerim eş devreye girdi:

– Asla endişe edip korkma! Allah, Seni asla zayi etmez, muhafaza eder. Çünkü Sen, akrabalarını görüp gözetir, düşkünlerin elinden tutar ve ihtiyacı olanları da giydirirsin. Aynı zamanda Senin misafirin hiç eksik olmaz, her hareketinle Sen, sürekli Hakk’ın peşindesin ve yine Sen, bütünüyle hayır yollarına kendini adamış birisin.

Kısa bir süre sonra Peygamberimiz yaşadıklarını anlattı Hz. Hatice'ye. Olup bitenleri öğrenen Hatice Validemiz, tüm metanetini üzerine takınmış, yine eşinin en büyük destekçisi olmuştu. Onun yalnız olmadığını hissettirmek için elinden geleni yapıyordu. Şunları söyledi:

– Müjdeler olsun sana ey amcamın oğlu. Bulunduğun yerde sebat et ve kararlı ol! Hatice’nin nefsi elinde olana yemin olsun ki Sen, bu ümmetin beklenen Nebi’sisin.

Aslında Hz. Hatice çok şaşırmamıştı. Çünkü zaten yıllardır bu günü bekliyordu ve bu gün için evlenmişti. Bu yüzden hemen orada peygamberimizin peygamberliğine iman etti ve ilk iman eden kişi oldu. Sonra üzerini örttüğü peygamberimizi odada yalnız bırakarak ayrıldı. Hemen Varaka b. Nevfel'in evine gitti.

Varaka'nın Rehberliği

Mekke’de Hz. Hatice dışında, gelecek peygamberin haberini bekleyen birisi daha vardı. O da Hz. Hatice'nin amcasının oğlu Varaka. Hz. Hatice çocukluğundan beri gelecek olan peygamberin özelliklerini öğrendiği Varaka'nın yanına geldi. 

Kerim zevcinin anlattıklarını anlattı bir bir Varaka’ya!.. Her bir ifadesi, Varaka’nın dünyasında fırtınaların kopmasına sebep oluyordu. Bir noktaya gelince dayanamadı ve:

– Kuddûs!.. Kuddûs, diye haykırmaya başladı yaşlı bilge. Ardından da ilâve etti:

– Varaka’nın nefsi yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, şayet bana anlattıkların doğruysa ey Hatice! Bu gelen, Musa ve İsa’ya gelen Nâmûs-u Ekber’dir. Ve şüphesiz ki O da, bu ümmetin Nebi’sidir. Git ve bunu O’na söyle, olduğu yerde sebat etsin.

Varaka bunları söylemişti Hatice'ye ama kendisi de görmek istiyordu yeni peygamberi. Bu duyduklarını onun ağzından da dinlemek istiyordu. Kabe'nin avlusunda buluştular. Varaka yaşlı bir alim olmasına rağmen Peygamberimizin alnından öptü önce.

– Ey kardeşimin oğlu! İşitip gördüğün şeyleri bir de bana anlat, dedi.

Allah’ın son Nebisi, başından geçenleri anlatmaya başladı bir bir Varaka’ya. Duyduğu her bir söz, kulağına ilişen her bir kelime, ruh dünyasında fırtınalar koparıyor ve halden hale giren Varaka, ayrı bir heyecan yaşıyordu. Zira yıllardan beri, kavuşma hasretiyle yandığı ve sadece satırlarda okuyarak geleceği günü canı gönülden beklediği Müjde, o an yanında duran şahıstan başkası değildi.

Allah Resûlü’nün sözleri bitince, bu sefer Varaka’nın dili çözülecek, aradığını bulmuş bir gönlün heyecan ve titreyen bir ses tonuyla şu tarihî cümleleri söyleyecekti:

– Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki Sen, bu ümmetin Nebisi’sin. Daha önce Musa’ya gelen Nâmus gelmiş Sana. Unutma ki Sen, bu sebeple yalancılıkla itham edilecek, eziyet ve işkencelere maruz kalacak ve akla gelmedik düşmanlıklarla karşılaşacaksın. Keşke ben o gün genç olsaydım, yaşıyor olsaydım da, kavminin Seni çıkarıp yurdundan kovacakları güne yetişip, o gün Sana destek verseydim.

Teselli için gidilen kapıda duyulan sözler gerçekten dikkat çekiciydi; evet, gelecek umut doluydu. Ancak bu umut, öyle kolay elde edilecek gibi de görünmüyordu; işin ucunda O’nu, mihnet, sıkıntı ve çile dolu günler bekliyordu.

Resûl-ü Kibriyâ da, şaşırmıştı. Belli ki, bu ihtiyarın daha bildiği çok şey vardı. Merak dolu bir ses tonuyla sordu Varaka’ya:

– Kavmim beni çıkaracak mı?

Gelen cevap, sadece sorunun cevabını ihtiva etmiyordu; daha genel ifadelerle hem O’nun başına gelecekleri sıralıyor hem de adeta O’ndan sonra aynı çizgide yürüyeceklerin yaşayacağı bütün mukaddes göçlerin sebebini açıklıyordu:

– Evet.. Seni de çıkaracaklar. Zira Senin getirdiğin hakikatle gelen hiçbir insan yoktur ki, yurdundan çıkarılmış, vatanından ayrı bırakılmış olmasın!..

Kırk Günlük Ara

Hira’da vuslat başlamıştı, ama günler geçmesine rağmen bu vuslatın arkası gelmiyordu. Yıllardır herkes göklerden gelecek olan bu haberi bekliyordu. Beklenen an gelmişti ancak devamı gelmiyordu bir türlü.

Bu süre içinde yine kendini yalnızlığa terk etmişti, zaman zaman Sebîr dağına giderken çoğunlukla yine Hira’nın yolunu tutuyordu. O kadar sıkılmıştı ki, bütün genişliğine rağmen O’nun için yeryüzü daraldıkça daralmıştı ve bir türlü zaman geçmek bilmiyordu. İlk vahiy geleli kırk gün olmuştu ve sonunda hasret bitiyor ve Cebrail'in sesi duyuluyordu:

– Ben Cibril’im.

Efendiler Efendisi, sesin geldiği yöne dönüp, başını semaya doğru kaldırdı. Karşısındaki, Hira’da gördüğü Cibril’den başkası değildi; sema ile arz arasında bir kürsü üzerine kurulmuş:

– Yâ Muhammed! Sen, Allah’ın hak peygamberisin, diyordu.

Evet, sema ile yeniden bağlantı kurulmuş, iki Emîn yeniden buluşmuştu. Gözü aydın, gönlü de huzurlu kılan bir gelişmeydi bu. Zaten bugüne kadar Allah Resûlü, yeni bir vuslat için iştiyaktan yanıp tutuşmuş, Cibril’le yeniden buluşmayı aşırı derecede arzular olmuştu. Aynı zamanda böyle bir fetret, bundan sonra gelecek vahyin de peyderpey ineceğinin bir işaretiydi. Çünkü Kur’ân, insanları bir hedefe doğru götürmek, asırlardır insanların şuuraltlarına işlemiş yanlış telakkileri söküp yerine kendi otağını kurmak için geliyordu. Öyleyse, yeni gelen her vahiy, toplum tarafından özümsenerek sosyal hayatta yaşanır hale gelmeliydi.

Vahyin tekrar gelmeye başlaması karşısında Peygamberimiz, önce yere kapandı ve şükür secdesinde bulundu. Ardından da, hiç vakit kaybetmeden hane-i saadetlerinin yolunu tuttu. Üzerine yeniden vahyin ağırlığı çökmüştü. Sıcak yaz günü olmasına rağmen tir tir titriyor, aynı zamanda buram buram ter döküyordu. Hatice validemize yöneldi ve yeniden üzerini örtmesini talep etti. Kalbine nakşedilen vahiyle yeni bir süreç başlıyordu. Zira Allah (celle celâluhû), O’nu muhatap alarak ona şunları söylüyordu:

Ey örtüye bürünüp duran Nebi! Ayağa kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü tazim ile haykır. Elbiseni tertemiz tut, maddi-manevi kirlerden arın. Pis ve murdar olan her şeyden de kaçın! (Müddessir 1-5)

Artık İslam'ın teşekkülü süreci başlamıştı. Bu süreç hiç kolay olmayacak, hem Peygamberimiz, hem de inananlar için çileli bir yolculuk olacaktır. Özellikle Kur'an'ın yarıya yakınının nazil olduğu Mekke Dönemi hakaretlerle, işkencelerle, boykotlarla geçecektir.