Habbab b. Eret ve Gördüğü İşkenceler

islam'ın ilk yıllarıydı. Yeni dine Mekkelilerin tepkileri o kadar büyüktü ki, iman edenlere imanlarını gizlemek zorunda kalıyordu. Çünkü bir kişinin Müslüman olduğunu öğrendiklerinde, ona her türlü hakareti reva görüyorlar, akla hayale gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Bilal-i Habeşi'ye yaptıkları gibi. Bu yüzden o günlerde kimlerin iman ettiğini henüz Mekkeliler bilmiyorlardı, yedi kişi hariç. Bu yedi kişi; Allah Resûlü Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir, Ammâr İbn Yâsir ve onun annesi Sümeyye, Suheyb İbn Sinân, Bilâl-i Habeşî ve Mikdâd İbn Esved idi.

Habbab b. Ered ise o günlerde Mekke'de demircilik yapan birisiydi. Aslen hür bir insandı ama küçük yaşlarda iken bulunduğu yere bir yapılan bir saldırı nedeniyle akrabaları ile birlikte esir düşmüştü. Daha sonra ise Mekke'ye getirilerek köle olarak satılmıştı. Ümmü Enmar adında Huzaa kabilesinden bir kadının kölesi olarak hayatına devam ediyordu.

Habbab b. Eret daha İslam'ın ilk yıllarında Peygamberimiz ile tanışmış ve iman etmişti. Bir köle olduğu için ve onu koruyacak kimse olmadığı için o da ilk zamanlar çeşitli işkencelere maruz kalmıştı. Kızgın güneşin altında, akla hayale gelmedik hakaretler eşliğinde, işkence görüyordu.

Kendisiin, Âs İbn Vâil’den alacağı vardı ve sırf içinde bulunduğu bu durum sebebiyle Âs ibn Vâil bir türlü borcunu ödemeye yanaşmıyordu. Durumu kendisi için çıkar yolu bilmiş borcunun üzerine yatıyordu. Habbab, borcunu tahsil etmek için yanına her gittiğinde şunları söylüyordu:

– Muhammed’i ve dinini inkar etmediğin sürece sana borcunu ödemem.

Hem borcunu ödememek için bu durumu kullanıyordu, hem de Habbab'ı inkara zorlamak için borcu bahane ediyordu. Yine bir gün Habbab alacağını istemeye gitti ve şöyle söyledi:

– Sen ölüp gitsen de, haşir meydanında haşrolacağın zamana kadar asla O’nu inkar edecek değilim.

Aslında bu sefer As b. Vail'e ahireti hatırlatmış oluyor ve asla İslam'dan vazgeçmeyeceğini de açıkça söylüyordu. Ancak Vail bunları anlayacak incelikte bir insan değildi. Yüzsüzlüğü daha da ileri götürdü ve Habbab'ın bu inancını alay konusu etmeye kalkıştı.

– Hani ben, öldükten sonra dirileceğim ya, sana olan borcumu o gün öderim; çünkü o gün benim, birçok çocuğum ve malım olacak.

As b. Vail'in bu pervasız tavırları adeta semayı titretmiş ve Meryem Suresi'nin 77-78. ayetlerinin inmesine vesile olmuştu. Bu ayetler şunları söylüyordu:

 Âyetlerimizi inkâr eden ve "Mutlaka bana mal ve evlât verilecektir" diyen adamı gördün mü! O, gaybı mı biliyor, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı?

Bu ayetler hem inananları psikolojik olarak destekliyor, hem de hem de As b. Vail gibi küstahlık yapanlara doğrudan cevap vermiş oluyordu. Bu ayet Habbab'ı da bir nebze rahatlatmıştı. ama onun gibi gelen ayetlerden başka dayanacak bir dayanağı olmayanların sürekli desteklenmesi gerekiyordu. Çünkü zulüm ve işkenceler sürekli bir hal almıştı. Bunun için yine bir gün Peygamberimizin huzuruna gelmiş halini arz ediyordu. Çünkü Kureyş koruyucusu olmadığı için kendisini hedef seçmiş ona sürekli eziyet ediyorlardı.

Küçücük bir kulübesi vardı; ateşin karşısında sabahtan akşama kadar demir döver, kılıç ve kalkan yapardı. Akşam olup da kulübesinin kapısından adımını atar atmaz karşısında Kureyş’ten biriyle karşılaşırdı.  Bir gün, Müslüman olduğunu efendisi de duymuş ve kulübeye gelmişti. Habbab'ı iyice hırpalamış, sonra da el ve kolunu bağlayarak kızgın demirleri vücuduna basmış, bayılıncaya kadar işkence etmişti. Canını zor kurtarmış, çaresiz huzura gelmiş ve Allah Resûlü’ne şunları söylüyordu:

– Bizim için nusret talebinde bulunmaz mısın yâ Resûlallah! Ellerini açıp da bize dua etmez misin ey Allah’ın Resûlü?

Peygamberimiz olup bitenleri zaten görüyordu ama elinden de bir şey gelmiyordu. Ancak biliyordu ki, böylesine çetin şartlar içinden geçerken metin durmak gerekiyordu. Hem, benzeri sıkıntıları yaşayanlar, sadece kendilerinden ibaret de değildi. Gelen ayetlerde bu durum açıkça belirtiliyor ve daha önceki ümmetlerin yaşadığı zorluklar örnek gösteriliyor cennetin kolay olmadığı anlatılıyordu.

Belki de Allah, uzun soluklu bir davayı ilk temsil edenlerde, sabır ve sebat ağırlıklı bir duruşu talep ediyor ve davasına ilk sahip çıkanları da, yarının daha büyük sıkıntılarını tereddütsüz ve kolayca göğüsleyebilmeleri için şimdiden hazırlıyor, imtihan üstüne imtihandan geçiriyordu. Peygamberimiz de Habbab'a cevap vermeye hazırlanıyordu. Bu arada yüzünün rengi değişmiş ve adeta pembeleşmişti. İçinde bulunulan durumun zorluğu Efendimizin halinden bile belli oluyordu. Konuşmaya başladı:

– Sizden öncekiler arasında öyleleri vardı ki sırf iman ettiğinden dolayı alınır ve demir testere ile başından ikiye biçilirdi, ama bu bile onun dininden taviz vermesine sebep olamazdı. Sonra demir taraklarla etleri kemiklerinden parça parça ayrılırdı; yine de yerinde sebat eder ve dininden taviz vermezdi. Aynı şekilde yere hendekler kazılır ve içine  ateşler yakılırdı; ardından da diri diri içine atılır ve cayır cayır yakılırdı. Bütün bunlar, onu dininden döndürmeye yetmezdi.

Peygamberimiz bunları söylerken adeta geçmişe gitmiş ve tarihte olanları seyrediyor gibi konuşuyordu. Aynı zamanda da değeri çok yüksek olan şeylerin kolay elde edilemeyeceğini anlatıyordu. "Cennet ucuz değil, cehennemde lüzumsuz" demeye getiriyordu lafı. Bu şekilde inananların direncini arttırmaya çalışıyor, kendilerinin çektiklerinin boşa olmadığını As b. Vail gibilerin yaptıklarının da cezasız kalmayacağını anlatıyordu. Tabi bu durum daimi olacak olsa tahammül etmek çok daha zor olurdu. Bu yüzden de çevresindekileri teselli etmek için şunlar söylüyordu:

– Vallahi de Allah, bu işi hitama erdirecek ve nurunu tamamlayacaktır. Ta ki bir kadın, tek başına San’â’dan yola çıkacak ve Hadremevt’e kadar gidecek ve bu yolculuğu boyunca Allah’tan başka hiç kimseden korkmayacaktır. Ancak sizler, acele ediyorsunuz.

San’â? Hadremevt?.. O gün için, bırakın bir kadını; kervanlarla giden nice güçlü erkeğin bile yolu kesilir ve elinde avucunda ne varsa alınırdı. Ama bunları, Allah’ın Resûlü söylüyorsa mutlaka gerçekleşir ve böylesine huzurlu bir dünya yeniden kurulurdu. Dolayısıyla Hz. Habbâb gibi sahabeler, sıkıntılı günlerinde dişlerini sıkmaları gerektiğini öğrenmiş; böylesine bir dünyayı inşa için daha fazla gayret göstermenin gerekliliğine bir kez daha azmetmişlerdi.