Ebu Cehil'in Peygamberimize Düşmanlığı
Ebu Cehil, İslam'ın doğduğu günden beri hep düşmanlık etmiş, engellemek için her yolu denemiştir. Kendi yeğeni Peygamberimize, her türlü hakareti reva gören, inananlara eziyet etmeyi vazife edinen birisiydi. Tabiki, Peygamberimize düşmanlık yapan sadece Ebu Cehil değildi elbette. Peyamberimizin diğer amcası Ebu Leheb ve daha bir çok kişi vardı. Ancak Ebu Cehil düşmanlık konusunda en profesyonel olanıydı.
Ebu Cehil, zaman zaman gelip Efendimiz’den Kur’ân dinler; sonra da giderek arkadaşlarının yanında dinlediklerini diline dolayarak alay konusu ederdi. Habîb-i Ekrem’e sıkıntı vermeyi vazife haline getiren bu adam, tutar bir de bunları iftihar vesilesi olarak başka meclislere taşır; sonra da kasıla kasıla gülerdi.
Peygamberimizi namaz kılarken gördüğü ilk günden beri ona hep engel olmaya çalışıyor ve Allah’a kurbet ifadesi olan bu ibadeti yerine getirmesine engel olmak istiyordu. Bir gün yine O’nu, Makam-ı İbrahim’de namaz kılarken görünce yanına yaklaşmış ve şöyle söylemişti:
– Yâ Muhammed! Ben Seni namaz kılmaktan men etmemiş miydim?
İnsanların ibadetlerini ve Allah'la irtibatlarını bile kendi tekeline almaya çalışan bencilce bir davranıştı bu. Ancak Ebu Cehil gibi bir adam bu kadar sözle de yetinmezdi. Ardından, nice hakaretler etmişti Habîb-i Zîşân Hazretlerine… Sonra da:
– Yâ Muhammed! Senin neyin var ki beni tehdit ediyorsun? Vallahi de ben, şu ahali arasında arkası en kuvvetli olan insanım, demişti.
Belli ki, O’nun Hak karşısındaki metin duruşunu bile kendisine karşı bir meydan okuma olarak telakki ediyordu. Bir de, onun bu halini tasvir eden ayetler geliyordu. Ayetler, bu haliyle kendine yazık ettiğini anlatıyordu. Bundan da alınmış, inatla işi bir düelloya doğru götürmek istiyordu:
– Yâ Muhammed! Öyle boşuna uğraşma! Ne Sen ne de Rabbin bana karşı güç yetirebilir ve herhangi bir zarara muktedir olabilir! Çünkü ben, şu dağların arasında, arkası en güçlü ve yandaşı en çok olan insanım.
İşte burası, küstahlığın zirveye çıktığı yerdi ve yine Cebrail imdada yetişmişti. Diyordu ki:
– Haydi bakalım o çağırsın bütün yandaşlarını... Biz de çağıracağız Zebânîleri!
Ebû Cehil, kendini Allah davasına düşmanlık işine o kadar kaptırmıştı ki, bu ikazlardan pek bir şey anlayacak halde değildi. Hatta denilebilirdi ki, her gün bu istikametteki kin ve adaveti artıyor, iman halkası genişledikçe engelleme adına bir şey yapamadığı için çileden çıkıyordu. Bir gün arkadaşlarına şöyle sordu:
– Sizin aranızda Muhammed, yüzünü toprağa koyup duruyor mu?
– Evet.
– Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, şayet O’nu bu şekilde görürsem boynuna çöreklenecek ve başını toprağa gömerek elimdeki koca taşla kafasını ezeceğim.
Cinnetin kuralı olmazdı ki! Bir kere kafaya koymuştu:
– Ey Kureyş topluluğu! Gördüğünüz gibi Muhammed, dinimizi ayıplayıp atalarımızı dalaletle itham etmeye devam ediyor. İlahlarımıza söz söyleyip büyüklerimiz hakkında uygunsuz sözler sarfediyor. Ahdediyorum; yarın O’nun yanına gidecek ve taşıyabileceğim kadar büyüklükte bir taş alarak, secdeye gittiğinde onunla başına vurup işini bitireceğim. Ben bu işi yaptıktan sonra onu ister bana teslim edin isterseniz elimden tutup engel olmaya çalışın fark etmez! Ondan sonra da Abdimenâfoğulları ne yaparsa yapsın, ellerinden geleni arkalarına koymasınlar, hiç önemli değil!
O günün sosyal yapısında böyle bir hareket düpedüz delilik demekti; sonrasında kabileler arasında bitip tükenmeyen kan davaları başlar ve binlerce insan bu savaşlarda telef olup giderdi. Ficâr savaşları herkesin zihninde hâlâ yerini koruyordu. Onun için Ebû Cehil’e:
– Vallahi de biz, sana hiçbir şeyi teslim etmeyiz. Ne halin varsa kendin gör, dediler.
Bunun üzerine Ebû Cehil, onlara da kızarak oradan ayrıldı. Ertesi sabah, aynen ahdettiği gibi eline büyük bir taş almış, Kâbe’ye doğru gidiyordu. Geldi ve burada O’nu beklemeye başladı. Çok geçmeden, olup bitenlerden habersiz olan Allah Resûlü de Kâbe’ye çıkageldi ve hiç vakit geçirmeden orada namaza durdu. Etrafta durumdan haberdar olanlar halkalanmış, Ebû Cehil’in yapacaklarını merakla bekler olmuşlardı. Bu arada Ebû Cehil, herkesi şahit tutarak verdiği ahdini yerine getirmek için fırsat kolluyordu. Nihayet, hareketlendi ve Allah Resûlü’ne doğru ilerlemeye başladı. Ancak, bir anda hiç kimsenin beklemediği şekilde Ebû Cehil, gerisin geriye dönmüş ve eliyle kendini bir şeylerden korurcasına, korku içinde geldiği istikamette kaçıyordu. Bu arada elinde avucunda ne varsa hepsini bir kenara fırlatmış, korkudan yüzünde renk kalmamıştı. Dikkatle bakıyorlardı; ama onun kaçışını gerektirecek herhangi bir durum da göremiyorlardı. Çünkü, namazına devam eden Muhammedü’l-Emîn hiç istifini bozmamış, sanki olanlardan habersiz ve huşu içinde kendi kulluğuyla meşguldü. Meselenin gerçek boyutunu anlamak için sordular:
– Sana neler oluyor ey Eba’l-Hakem? Niye kaçıyorsun?
Korkudan yüzünün rengi solmuş Ebu Cehil, yaptığından o an için bin pişman cevap verdi:
– Aynen dün size söylediğim şeyi yapmak üzere O’nun yanına yaklaştığımda, bir anda karşıma büyük bir deve çıkıverdi. Onun gibi büyük, onun gibi hırsla üzerime gelen ve onun gibi tırnaklarıyla beni parçalamak isteyenini bugüne kadar hiç görmedim; şayet geri kaçmasaydım, beni yiyip bitirecekti.
Daha sonra bu işin gerçek yüzünü Allah Resûlü’ne sordular. Buyurdular ki:
– Bu Cebrail’di; şayet daha yaklaşmış olsaydı onun işini bitirirdi.