Doğumun'dan Önce Hz. Muhammed (s.a.v.)

Peygamber Efendimiz (sav), daha doğmadan önce öyle bir bekleyiş ile beklenmiştir ki aylar yıllar değil, yüzyıllar değil, belki bin yıllar bile değil insanlığın var olduğu andan itibaren hep beklenen kişi olmuştur. Hz. İsa, Mesih, yani kurtarıcı olarak beklenmiştir ve onun adı olmuştur Mesih, ama tüm zamanların kurtarıcısı Hz. Muhammed Mustafa (sav) olmuştur.

Artık, en önemli meseleler anlatılırken sözü O’na getirmek
bir âdet olmuştu; kavmiyle konuşurken Hz. Musa O’ndan
bahsediyor, havârîleriyle hasbihâl ederken Hz. İsa da, hep
O’na atıfta bulunuyordu. Fârân dağlarından Arafat’a, doğacağı
muhitten hicret edeceği beldeye ve aile hayatından eda
edeceği misyona kadar hemen her mesele nazara veriliyor ve
zihinler, gelişine hazır hâle getiriliyordu.

Zihinler o derece uyarılmış ve geleceği o kadar bedihî olmuştu
ki, bir dönemde O’nu bekleyenler, gelişini kaçırmamak
için, ‘misfa’ denilen yüksek kuleler inşa etmişler ve üzerlerine
de nöbetçi yerleştirerek buralarda ‘Mustafa’yı beklemeye durmuşlardı.
16

Hz. Adem'in Duasında Hz. Muhammed (s.a.v.)

İşte Hz. Adem. Küçük bir zellesinin neticesinde Allah'tan af dilerken dudaklarından "Muhammed adına" ifadeleri dökülmüştür.

tevbe için ellerini kaldırıp Rabbine yalvarırken
bir aralık Hz. Âdem’in gözleri, arşın direkleri üzerindeki
yazıya takılacak ve duasını şöyle değiştirecekti:
– Allah’ım! Sen’den beni, ‘Muhammedün Resûlullah’
hakkı için bağışlamanı diliyorum.
Duanın yöneltildiği makamdan gelen ses:
– Henüz yaratmadığım halde sen, Muhammed’i nereden
biliyorsun, diyordu.
Bunun üzerine, Hz. Âdem, büyük bir ihtiram ve saygı
içinde şunları söyledi:
– Ey Rabbim! Yed-i Kudret’inle beni yarattığın ve Rûh-u
Pâk’ından bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırdığımda, Arşın
direkleri üzerinde şu yazının nakşedilmiş olduğunu gördüm:
“Lâ İlâhe İllallah, Muhammedün Resûlullah.”
Biliyorum ki, Sen adının yanına ancak, yaratılmışların en
hayırlısının adını yaklaştırır ve adınla onun adını yan yana
nakşedersin!
Bu kadar samimi ve yürekten bir talep karşısında şöyle
bir nida gelir:
– Doğru söylüyorsun ey Âdem! Şüphesiz ki O, Benim için
mahlûkatın en sevimlisidir. O’nun hakkı için istediğin sürece
mutlaka bağışlarım seni de! Zira, Muhammed olmasaydı Ben,
seni de yaratmazdım.11
Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk yaratılan ruhun sahibiydi;
12 daha o zamandan, ana kitapta adı ‘Abdullah’ diye konul-

Hz. İbrahim'in Dualarında Hz. Muhammed (s.a.v.)

– Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye
böyle yaptım.
Anlaşılan, buraya gelişteki asıl hedef de, insanı Rabbe
yaklaştıran kulluk vazifesiydi. Ve bu vazifeyi doruk noktada
temsil edecek olan Zât burada zuhûr edecek; dünya, buradan
doğan nur ile, külli mânâda bir kullukla tanışmış olacak ve
ubudiyet adına aydın bir hüviyete bürünecekti.
Bir talebi daha vardı Hz. İbrahim’in:
– Yâ Rabbi! Artık, insanların bir kısmının gönüllerini onlara
doğru yönelt, onları her türlü ürünlerden rızıklandır ki
Sana şükretsinler!2
Yakarışlarında, kendisine ait vazifeyi yerine getirdiğini bildirme
ve muştusunu verdiği hususların da Rabb-i Rahim tarafından
gerçekleştirilmesini talep vardı. Zira kulaklarında, ömrünün
kemale erdiği dönemde hamile kalan hanımının sevincini
paylaştığı anlardaki duyduğu şu müjdenin yankıları çınlıyordu:
– Şüphesiz ki Hacer, erkek bir çocuk dünyaya getirecek ve
onun doğurduğu evladın neslinden gelecek birisinin eli, bütün
insanlığın üzerinde hâkim olacak. Ve herkesin eli de, huşû
ve itaatle O’na açılacak.3
Hz. İbrahim için, bundan daha büyük bir saadet olamazdı;
yıllardır ümidini kesmeden beklemenin mükâfatını görüyordu.
Hem de, sadece doğacak oğluyla sınırlı olmayan bir
mükâfat… Torunları arasından çıkacak Son Nebi’nin zuhûru
ve insanlığın da O’nun etrafında kenetlenmesi hakikati…
Dua dua yalvarırken Hz. İbrahim’e şunlar vahyedilecekti:
– Senin duanı, İsmail hakkında kabul ettim ve ona bereket
ihsan ettim. Ondan sonra nice nesiller gelip geçecek, ama gün
gelecek esas itibariyle onun neslinden on iki yüce kâmet zuhûr
edecek. Ve Ben, onu büyük bir cemm-i gafîre reis yapacağım!4

Çok geçmeden de, oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa
etmeye başlamışlar ve bir kez daha insanlığı, asla vazgeçemeyecekleri
bir kaynağa davete durmuşlardı. Bir taraftan inşa işlemi
devam ederken diğer yandan da ellerini açıp, bu en kutsal
mekanda dua dua Rablerine şöyle yalvarıyorlardı:
– Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Hiç şüphesiz işiten
Sen’sin, bilen de Sen!..
Ey Rabbimiz! Hem İsmail ve beni, yalnız Senin için boyun
eğen Müslümanlardan kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin
için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize
ibadetimizin yollarını göster. Tevbemize rahmetle icabette
bulun. Hiç şüphesiz Tevvâb Sensin, Rahîm de Sen!..
Şanı yüce iki peygamberin, yeryüzündeki ilk bina ve arşın
izdüşümü olan mübarek bir mekanda yaptıkları bu dualara elbette
icabet edilecekti. Duada böylesine bir hâl yakaladığını gören Hz. İbrahim sözü, temelini atmış olduğu ‘hillet’ mesleğini;
kıyamete kadar ve sadece bir yörede değil, bütün âlemde ikame
edecek olan Son Nebi’ye getirecek ve şöyle yalvaracaktı:
– Ey Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden öyle bir Resûl
gönder ki, o Resûl, onlara Senin ayetlerini tilavet eyleyip okusun,
kendilerine kitabı ve hikmeti talim edip öğretsin, içlerini
ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz
Aziz Sen’sin, hikmet sahibi de Sen!..7
Bu duasında Hz. İbrahim (aleyhisselâm)’ın, gelmesini istediği
hikmet sahibi peygamber, kuşkusuz her peygamberin geleceğini
muştuladığı Son Nebi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellem)’di. Zira, Hz. İsmail zürriyeti içinde Hz. Muhammed’den
başka bir peygamber yoktu ve olmayacaktı da.
Bu samimi duanın, Hakk katındaki değeri de oldukça büyüktü.
Nitekim, yüzyıllar sonra bir gün Allah Resûlü (sallallahu
aleyhi ve sellem), minnet sadedinde şunları söyleyecekti:
– Ben, atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi
ve annemin de rüyasıyım.8

mişti ki, kendi şahsına yapılan iltifatlarda bile O’nu hatırlayıp
öne çıkarıyor ve bu iltifatlara layık olanın kendisinden ziyade,
Beklenen Sultan olduğunu ifade ediyordu.
Allah (celle celâluhû), Hz. İbrahim’i değişik imtihan süzgeçlerinden
geçirmiş ve her birinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla
yerine getiren Hz. İbrahim’e şöyle bir iltifatta bulunmuştu:
– Seni insanlara imam kılacağım.
Bu, büyük bir iltifattı ve karşılığında acziyet içinde şükürle
mukabele gerekiyordu. Aynı zamanda bu, böyle bir nimetin
şükrü adına önemli bir göstergeydi. Ancak Hz. İbrahim öyle
yapmadı. O’nun verdiği ilk tepki:
– Benim zürriyetimden de!.. şeklindeydi ki bu, üzerinde
durulması gereken bir refleksti. Şuuraltının ne türlü bilgilerle
beslendiğinin bir göstergesiydi aynı zamanda. Zaten, insanın
gerçek niyeti de böylesi sürpriz durumlarda ortaya çıkardı.
Ancak; Allah (celle celâluhû), imamet gibi önemli bir meselenin,
zulme dalmış ve ona rıza gösteren, bilhassa o günkü
İsrailoğulları gibi inhiraf eden kimselere müyesser kılınmayacağını
ifade sadedinde;
– Zalimler, ahdime (nübüvvetime) nail olamazlar,9 buyuracaktı.

Başka bir Peygamber

Ali İlran 81-82

Araf 155

Kahinler Bile Hz. Muhammed'i (s.a.v.) Haber Vermişlerdir

Yemen, Efendiler Efendisi’nin dedelerinden Adnan’ın
iki oğlundan biri olan Akk’ın, akrabalık kurarak yerleştiği bir
beldeydi. Artık işlerin yerli yerine oturduğu sonraki bir dönemde
buraya hükmeden Rabîa İbn Nasr adında bir melik
vardı. Bir gece, hiç aklından çıkmayacak bir rüya görmüş ve
bundan çok etkilenmişti. Gidip derdini anlatmadığı ne bir kâhin
ne de bir sihirbaz kalmıştı, ama bir türlü rüyasının tevilini
yaptırıp gönlündeki endişeyi teskin edemiyordu. Ülkesindeki bütün bilgeleri bir araya getirmiş, ama anlatılanlar karşısında
bir türlü tatmin olmamıştı. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki,
kendisinden rüyasını anlatmasını isteyenlere bile güvenmiyor,
“Şayet tevilini bilecek olsa, ben ona rüyamı anlatmadan
gördüklerimi de bilmesi gerekir.” diye düşünüyordu.
Nihayet bir bilge, melikin bu halini aydınlığa kavuşturma
adına ona bir tavsiyede bulundu. Buna göre şayet melik,
rüyasının tevilini gerçekten istiyorsa Satîh ve Şıkk denilen
iki kâhine müracaat etmeliydi. Zira bu iki kâhin, hem fiziki
durumlarıyla hem de vermiş oldukları haberlerle insanların
dikkatlerini çekmiş, bulundukları yerlerde birer merci haline
gelmişlerdi. Her ikisi de, meşhur kâhin Tarîfe’nin öldüğü gün
dünyaya gelmişlerdi ve adeta, Târife kehanete ait bütün maharetini
onlara miras olarak bırakmıştı.
Bu iki kâhinin vücut yapıları da bir garipti. Satîh’in vücudu
adeta yekpare idi; yüzü, göğsüne yapışık gibiydi. Hatta
denilebilir ki, kemiksiz bir bedene sahipti. Zaten ismini de buradan
alıyordu. Öfkelenip kızdığı zaman, oturduğu yerde şişip
kalıyor ve bir daha da hareket edemiyordu. Şıkk’a gelince,
onun da vücudunda bir gariplik vardı ve o da, sanki yarım bir
insan gibi duruyordu.
Rüyasının tevilinin bu iki kâhin tarafından yapılabileceğini
duyan melik, her ikisine de haber gönderdi. Satîh, Şıkk’tan
önce gelmişti. Önce maksadını anlattı melik. Daha sonra da,
muhatabının maharetini ölçme adına rüyasından bahsetti:
– Şayet, rüyamı bilirsen tevilini de bilirsin.
Satîh, kendinden çok emin görünüyordu:
– Tevilini yaparım, dedi aynı güvenle. Ve melikin gördüğü
rüyayı, daha ondan bir şey duymadan anlatmaya başladı:
– Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin çıktığını gördün
rüyanda. Daha sonra bu cisim, Tehme denilen yere doğru
gitti. Sonra da, kafatası olan her bir canlı ondan yemeye başladı.

Melik şaşırmıştı. Evet... Evet, aynen Satîh’in anlattıkları
gibiydi gördükleri. Şaşkınlığını da gizleyemedi:
– Evet... Evet, ey Satîh! Hiç hatasız, aynen anlattığın gibiydi
rüyam. Peki, sence bunun tevili nedir?
– İnandığım bütün değerler üstüne yemin ederim ki ey
melik, senin topraklarına Habeşliler baskın düzenleyecek ve
Ebyen’le Ceraş arasındaki bölgeye hâkim olacaklar!
– Bu, bizim için felaket demek ey Satîh! Söyle bana; bu
benim zamanımda mı olacak, benden sonra mı?
– Baban üstüne yemin ederim ki, senden az bir zaman,
altmış veya yetmiş yıl sonra olacak.
– Onların saltanatı devam edecek mi, yoksa nihayete mi
erecek?
– Yetmiş küsur yıl sonra sona erecek. Baskına uğrayacaklar
ve bir kısmı öldürülecek, diğer bir kısmı da kaçarak buraları
terk edecek.
– Onlar buradan gideceklerine göre arkalarından kimler
gelecek?
– Zî Yezenler.. Adn taraflarından gelecekler ve Yemen’de
hiç kimse bırakmayacaklar.
– Peki, bunların saltanatı devam edecek mi, yoksa onlar
da nihayete erecekler mi?
– Onların da sonu gelecek.
– Peki, onların sonunu kim getirecek?
– Nebiyy-i Zekî. O’na yücelerden vahiy gelecek.
– Söyler misin, o Nebi kimlerden olacak?
– Gâlib İbn Fihr İbn Mâlikoğullarından. Artık meliklik,
kıyamete kadar O’nun kavminde kalacak.
– Şu hayatın sonu gelecek mi gerçekten?
– Evet, o gün ilkler ve sonradan gelenler bir araya getirilecek.
Sağduyulu ve mes’ud yaşayanlar, yükseklere çıkarken
eşkıyalık yapanlar ayaklar altında ve zelil olacaklar.– Bana anlattıkların doğru mu gerçekten?
– Evet. Şafağın aydınlığına, gecenin karanlığına ve gün
ağardığı zamanki tan yerine yemin olsun ki, sana anlattıklarım
mutlaka haktır ve olacaktır.
Satîh’le aralarında geçen bu konuşmaların ardından, çok
geçmeden melikin huzuruna Şıkk da gelmişti. Bu sefer melik,
Şıkk’a döndü ve Satîh’in anlattıklarından hiç bahsetmeden olayı
bir de Şıkk’tan dinlemeyi denedi. Maksadı, birbirlerinden bağımsız
olarak aynı yorumu yapıp yapamayacaklarını test etmekti.
Şıkk da boş değildi:
– Evet, dedi ve gördüğü rüyayı anlattı önce:
– Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin çıktığını gördün
rüyanda. Daha sonra bu cisim, tepelik ve bahçelik bir yere
doğru gitti. Daha sonra da ondan her bir canlı yemeye başladı.
Melik’te şüphe kalmamıştı; her ikisi de aynı şeylerden
bahsediyordu. Şu kadar ki Satîh, mekan ismini net verirken
Şıkk, sadece mekanın tarifini vermişti. Satîh, ‘kafatası olan
her bir canlı’ derken Şık ise, ‘her bir canlı’ diyerek kestirmeden
anlatmıştı.
– Her şey dediğin gibi, hiç hata etmedin ey Şıkk. Peki,
sence bunun tevili ne ola ki?
– Şu iki sıcak belde arasındaki her bir insana yemin olsun
ki, sizin topraklarınıza Sudanlılar gelip her şeyi istilâ edecekler.
Sonunda da Elyen ile Necran arasında hakimiyet kurup
kalacaklar.
– Baban adına yemin ederim ki ey Şıkk, bu bizim için felaket
demektir. Ne zaman olacak bunlar; benim zamanımda
mı, yoksa benden sonra mı?
– Hayır, senden bir müddet sonra olacak. Sonra sizi onlardan,
kadr ü şanı yüce birisi kurtaracak, onlara büyük bir acı
da tattırarak!..
– Peki, bu yüce kâmetli şahıs kim?

– Zî Yezen evleri arasından gelecek bir delikanlı.
– Onun saltanatı devam edecek mi, yoksa o da mı nihayete
erecek?
– Onun saltanatı da sona erecek. Hem de din ve faziletle
gönderilen, adalet ve hakkı temsil eden bir Resûl eliyle. Ve
bundan sonra, fasıl gününe kadar meliklik de O’nun kavmine
ait olacak.
– Fasıl günü ne demek?
– Her doğanın hesabının görüldüğü, semadan ölü ve diri
herkesin işiteceği seslerin duyulduğu ve herkesin bir mîkat
için bir araya getirildiği gün ki, o gün müttakiler için kurtuluş
ve hayır vardır.
– Anlattıkların doğru mu gerçekten?
– Sema ve arzın Rabbine ve bu her ikisinin arasındaki her
şeye yemin olsun ki, sana haber verdiklerimin hepsi de haktır
ve şüphesiz hepsi de olacaktır.
Her ikisinden de aynı şeyleri duyan melik, geleceğinin
kaygısıyla çoluk çocuğunu Fars taraflarında güvenli bir bölgeye
göndermeyi denemiş ve böylelikle kendini garantiye
alacağını düşünmüştür. Ancak bütün bu tedbirler de, kaderin
hükmünü icra etmesine engel olamayacak ve Yemen toprakları,
melikin iki kâhinden dinlediklerinin zamanı gelince birer
birer gerçekleştiğine şahit olacaktır.17

Yahudiler de Onu Bekliyor

Derken, Yemen meliki Rabîa dönemi sona ermiş, artık riyaseti,
Ebû Kerb isminde başka bir melik devralmıştı. Hırslı
bir yapıya sahipti ve kendini güçlü gördüğü için de, çevre ülkelere
açılarak çok geçmeden fetihlere başlamıştı. Bu fetihler esnasında,
Medine’ye de yönelmiş; ancak Kureyzaoğullarından
karşılaştığı iki Yahudi bilgenin anlattıklarından etkilenerek
Medine’ye baskın yapmaktan vazgeçmiştir. Zira şehri yıkmak
istediğinde bu iki bilgin Yahudi, melikin karşısına dikilmiş ve:
– Ey melik! Sakın böyle bir şey yapma!.. İlla da ‘İstediğimi
yaparım.’ diyorsan bil ki, araya engeller çıkar ve sen buna
asla muvaffak olamazsın.
– Niyeymiş o?
– Çünkü burası, ahir zamanda, Kureyş arasından Harem’de
çıkacak olan Nebi’nin hicret edeceği yerdir. Burası O’-
nun evi ve karar kılacağı belde olacaktır.18
Duyduğu cümleler, elinde bulunan imkânlardan daha
güçlü olmalı ki, bu melik Medine ve Medinelilerle savaşmaktan
vazgeçecek ve bilgeliklerine hayran kaldığı bu iki bilge
Yahudi’yi de yanına alarak Yemen’e geri dönecektir, hem de
onların dinlerini kabul etmiş olarak…
İki samimi yürekten aldığı enerjiyle yeniden doğan melik,
artık iç dünyasında fethe çıkmıştır ve ruh dünyasında, bu
iki gencin heyecanlarını yaşamaktadır. Onun için, Yemen’e
döner dönmez, heyecan ve helecanlarını kendi halkıyla da
paylaşmak isteyecek, ancak Hımyer halkı, ilk etapta bu davete
icabet etmeyecek ve davet edildikleri inançla ilgili delil
arayışına girecektir.
Kutsallığına inandıkları bir ateşleri vardır ve melikin sözlerini
test etme adına, onu da bu ateşle imtihana davet ederler.
Melikin bir endişesi yoktur ve o da bunu kabul ederek kutsal saydıkları ateşin yanına gider. Zira; onların inancına göre bir
meselenin doğru olup olmadığı, ancak bu ateşe arz edilerek
anlaşılır; ateşin zarar verdiği tarafın haksızlığına hükmedilerek
dava ispat edilmiş olunurdu.
Bu arz esnasında, yanındaki iki Yahudi de hazır bulunuyordu.
Boyunlarına mushaflarını asmış; dillerinde Tevrat’ın
ayetleri, Rablerine tevekkül içinde sıranın kendilerine gelmesini
bekliyorlardı. Bu arada putlarıyla birlikte ateşin yanına
gelenlerin bütün putları yanıp kül olmuş, ancak iki gençle melikte
herhangi bir yanma emaresi görülmemişti. Onlar ateşe
yaklaştıkça ateş küçülüyor ve adeta çıktığı yere girip kaybolacak
gibi oluyordu. Bunu gören Hımyer halkının büyük bir
kısmı, bu iki gencin dinine girmeyi tercih etmiş ve böylelikle
ilk defa Yemen’e Yahudilik girmişti.19
Daha sonra, bu iki bilgenin yönlendirmeleriyle Ebû Kerb,
Kâbe’yi imar adına bir kısım faaliyetlerde bulunmuş ve rüyasında
Kâbe’yi kalın örtü ile örtmesi söylenmiş ve böylelikle o,
ilk kez örtü diktirip Kabe’yi örten kişi olmuştur. Arkasından
iki kez daha benzeri bir rüya görmüş ve her defasında daha
kaliteli bir örtü ile onu örtmesi söylendiği için, nihayet dönemindeki
en kaliteli kumaşlarla Kâbe’yi örterek kendisinden
sonrakilere de bunu bir vasiyet olarak bırakmıştır.
Artık kendisinin baş rehberi sayılan bu iki gencin anlattıklarına
kendisini o kadar kaptırmıştı ki, geleceğinden bahsettikleri
Son Nebi’ye adeta aşık olmuş, onun adını sayıklar
hale gelmişti. Şiirlerinden birinde şunları söyleyecekti:
– Ben Ahmed diye birisini biliyorum ki O,
Allah tarafından gönderilen bir Resûl ve yaratılmışların
en şereflisidir.
Şayet ömrüm, O’nun ömrüne yetişirse, O’na en sadık bir
vezir ve amcaoğlu olacağım. Bugün ben kılıcımla, O’nun düşmanlarına savaş ilan
etmiş bulunuyorum ki,
Böylelikle O’nun sinesinde meydana gelebilecek sıkıntıları
şimdiden bertaraf etmiş olayım.20